28 Ocak 2015 Çarşamba

Annem gibi bir anne olmak



Bu aralar sık sık düşündüğüm bir şey var: bir gün anne olsam bile annem gibi bir anne olmam çok zor. Kaç okuldan mezun olursam olayım, kaç kitap bitirirsem bitireyim, dünyanın bilgisine de ersem annem gibi bir anne olamayabilirim sanırım. O her zaman her karışık işimin, her kördüğümümün başına geçip bir çırpıda çözüverecek her şeyi. Ve ben her defasında bunu düşüneceğim. 

Pratik bir insan bir kere...Her gün midemden şikayet ettiğim halde doktora gitmeyeceğimi anlayınca, doktora benim şikayetlerimle gidip hastalığımı öğrenerek ilacımı getirebilecek yetkinliğe sahip biri :)
Sonra üzerinde çalışılmamış bir teselli mekanizması var. Çok saçma ama küçükken bit taramasında, arkadaşlarımın içinde kafamdan bite benzer bir şey çıkardılar diye perişan halde eve gelmiştim. Annemin o zamanki tesellisini hiç unutamam. 
Seni ayakta tutan bir çarkı var ve bu çark ne zaman dönse, insanın gönlü rahatlıyor. Çünkü bu dünyada seni onun kadar düşünen hiç kimse olmadığını biliyorsun. Aslında bütün anneler öyledir...Hiç olamamış anneler bile bir mucizedir bence. Babaannem annesini hiç görmediği halde, küçükken düşüncesiyle hatta adıyla bile avunduğunu anlatırdı. Sonra bir arkadaşım vardı, annesini küçük yaşta kaybeden. Bu kızın yüzünde hiç solmayan bir gülümseme, gözlerinde hiç sönmeyen bir ışıltı vardı. Mütemadiyen mutluydu bu kız. Ve benim içimde hiç geçmeyen bir şüphe dolaşırdı. Annesinden konu açıldığında dikkatle izlerdim gözlerini. Yine sönmezdi, daha bir farklı parlardı sanki. Hani küçükken yıldızlara ulaşamadığın için ağlarsın ama bu gerçeği kabullendiğin vakit onları yalnızca izlemekle bile huzur bulursun. Belki de öyleydi onunkisi de, bilemedim.

Her ne olursa olsun, sanırım onlar bu hayatta şükretmeye en değer varlıklar listesinin başlarında yer alıyor. 

27 Ocak 2015 Salı

Görünmezlik icat edilmiş meğer.


Kimsenin kimseyi sevmediği, insanların birbirinin dedikodusunu yaptığı, yetmezmiş gibi yüzüne de sayıp sövdüğü, kırdığı, kuyusunu kazdığı bir yer düşünün. Devamlı bitmeyen bir stres, gerginlik hali, dışınıza göre alkışlandığınız saçma sapan bir kültür, içi boş hatta dışı da boş saçma sapan bir dünya.
Ve bu dünya her gün bir değil iki kanalda insanlara sunuluyor. Kendi içlerinde kendilerini sömürmeleri bir yana iki ayrı yarışma da birbirini sömürmeye devam ediyor.
Evet, ben bu yarışmayı izliyorum. O kanal açık, öylesine takıldım, geçerken baktım vs. gibi cümleler kurmayacağım. Böyle bir bahane olamaz çünkü. Yarışma başladığında odada olursam eğer ağzı açık, gözleri donmuş bir budala gibi bakakalıyorum. Modayı sevdiğimden takip ettiğimden ya da merak ettiğimden değil. Zaten ben giyinmesini de bilmeyen bir tipim. Sabahları elime ne gelirse giyer, çıkarım dışarı. Makyaj yapmışlığım sayılıdır, gözüme kalem bile çekmem. Kullandığım tek bakım ürünü nemlendirici krem o da cildim çatlayacak kadar kuru olduğundan, mecburiyetten.
Neden bakıyorum peki? 
Bugün yine dalmış saçma sapan tartışmaları izlerken, televizyondan sıyrılıp sordum kendime bu soruyu. Bu yarışma neden izlenir? Gerçekten o kadar acı ki. Geçmiş sezonu izlemedim ama rekor kırmış ve şu anda da sırf bu yüzden paylaşılamayan bir yarışma bu. Neden içi boşalmış her şeye meraklıyız bu kadar? 
Benim okuduğum bölüm, çizdiğim yol, medyayla taban tabana zıt, farkındayım. Ayrıca çok da iç içe sayılmam televizyonla. Ama az çok, evdekilerin televizyonda izlediklerine bakıyorum bu yüzden diziler, programlar, yarışmalar neredeyse hepsi konusunda az çok fikrim var. 
Şu hep izlenen kanallar silsilesinde bir tane insana insan olduğunu hissettirecek program olmaz mı yahu? Belgeseller, tarih, bilim programlarını kastetmiyorum elbette. İlgisi olan insan, açıp izliyor zaten bu tarz programları. Peki ya televizyonu diziler, yarışmalar için kullananlar? 
Daha çok para uğruna cüzdanımızı boşaltıyorlar, sağlığımızı bozuyorlar vs. bunlar için diyecek bir şeyimiz var hepimizin az çok. Fakat beynimizi harcamaya başladıklarında farkına bile varamıyoruz bunun...
Dediğim gibi medyayla alakalı bir yolda değilim ama buna rağmen arada bir televizyon dünyasının içinde olsam nasıl programlar,diziler yazardım diye kafamda kurarken buluyorum kendimi. Bunların çoğunda gerçek dostluklar oluyor mesela. Ben şu ana kadar bir Türk dizisinde bir tane bile gerçek dostluk izlemedim sanırım. Varsa bile aklıma gelmiyor...Birbirini aldatmayan, sırtından bıçaklamayan, sevgilisini çalmayan iki dost gördünüz mü siz hiç televizyonda? Böyle dostluklar gerçek dünyada da az biliyorum. Ama gerçek dünyada azalışının nedeni televizyon belki de nereden biliyoruz ki? Artık annelerimizin daha evhamlı oluşunun sebebi televizyon belki de? Birbirimize güvenemeyişimizin, birbirimizi sevemeyişimizin nedeni izlediklerimiz olamaz mı?

Sosyal medya da televizyondan çok farklı değil. Tek farkı sosyal medyada yayın akışını çizen biziz. Ve korkunç bir umursamazlıkla çiziyoruz bu akışı. Yüzlerimiz görünmedikçe, ne söylediğimizin bir önemi yok. Karşıdakinin yüzünü görmedikçe, o kişinin ne halde olduğu ilgilendirmiyor kimseyi. Yazıyoruz, çiziyoruz, kurguluyoruz, insanların hayatlarına saldırıyoruz. 
"Görünmezliği" icat ettik ve kimse farkında değil...Bu görünmezlik pelerinin altından, canımız ne isterse onu yapıyoruz. Ve daha da kötüsü, her şey öylesine sanal ki gerçeği unutuyoruz.
Bugün Çağla Şikel'in son açıklamasını izledim mesela internetten. Haftalardır kadına atılmayan iftira, edilmeyen hakaret kalmadı. Aslında çok düşünmemiştim bunlar üzerine. Yapmıştır belki de bir hata, nereden bilelim? filan diyordum. "Neler yazıyorlar kadına, ayıp yahu.." gibi laflar etmedim hiç. Fakat bugün üç dakikalık açıklamayı izlerken, fena halde kırılmış, yıpranmış, çocuklarına ve hatta boşandığı eşine kol kanat germeye çalışan, ağlamamak için kendini zor tutan bir kadın görünce sarsıldım elimde olmadan. Ben televizyondaki gözyaşlarına inanmam pek ne yalan söyleyeyim. Ama bu kadının sesi titrediği halde "ağlamayışı" çok etkiledi beni. Görünmezlik pelerinin altından yaptıklarımız, yapıyor ve yapacak olduklarımızdan deli gibi korkuyorum... 
Bir araya geldiğimizde birkaç dakikalık hoş beşten sonra telefonlarımıza gömülmemizden korkuyorum. 
Eleştiriyorum diye ben yapmıyorum sanmayın. Hesaplarımı durup durup yenileyen, canı sıkılınca telefona koşan insanlardanım ben de. 
Olmayalım isterdim. Metroda giderken tanıştığım, konuştuğum, yalnızca "beş dakikalık" dostluklarım vardı benim. "Deniz" dostlarım vardı mesela. Denize yalnız başıma yüzmeye gittiğimde yeni insanlarla tanışır, kimileriyle sonrasında da görüşmeye devam ederdim. Sonra en azından elektrikler kesildiğinde, karanlıkta edilen derin sohbetlerim vardı ev halkıyla. Artık kısa cümleler kuruyorum...Bugünlerde kimseyi öyle o kadar çok tanımıyorum. Kimseyi o kadar çok düşünmüyorum. Kırmamak için uğraşmıyorum. Sevmek için de uğraşmıyorum. Aslında bu aralar kendim dışında kimseyi görmüyorum. En sonunda elimde yalnızca kendimin kalmasından çok korkuyorum...

21 Ocak 2015 Çarşamba

Bir deniz atı telaşsızlığında


Kurutulmuş deniz atım vardı, 
Balıkçı bir amcadan hediye.
Elden ele dolaşırdı bu kıpırtısız naaş,
Gizli bir saygı büyürdü içimizde,
Yeniden canlanabilirmişçesine.
Yaşayıp içinden çıktığım kabuk gibi,
Hüzünlü bakardı oyuk gözleri.
Belki de sırf bu yüzden.
**
Uyurduk sonra bir okyanus boyu.
Gülerdik, gözlerimiz ağlarken.
İçimizden bir mahşer geçerdi,
Uğursuz fısıltıları boğardık.
Yeniden doğardı o garip his,
Gözümüzün gördüğünden kaçardık.
Kılıç kuşanırdık,
Olmadık zamanda nükseden bu illete.
Sokak sokak arardık, soğuktan titreyerek.
Senin ellerin titrerdi.
Benimse ayaklarım,
Korku soğuktan daha ağır basardı bende,
İtirafı daha ağır.
İçimizden bir savaş geçerdi,
Yıkık, dökük ama yarı yaşayarak,
Sevgisizlik illetini gömerdik isimsiz bir mezarlığa.
Uyurduk sonra bir okyanus boyu.
Bir deniz atı telaşsızlığında.
Karşılaşırdık eski bir rüyada,
Selamlaşırdık yalnızca,
Aramızdaki duvarlara gebe kalırdı zaman.
Gülerdik, gözlerimiz ağlarken,
İçimizden bir mahşer geçerdi,
Belki de sırf bu yüzden.
İsimsiz bir mezarlıktan toplanır gelirdi o illet,
Ayaklarını sürüyerek,
Bir deniz atı telaşsızlığında.
Konuşmazdı hiç,
Ve selamlaşmazdı da.
Soğuk bir gece vakti sokak sokak arardık.
Senin ellerin titrerdi,
Benimse ayaklarım.
Korku soğuktan daha ağır basardı bende,
İtirafı daha ağır.







13 Ocak 2015 Salı

Bitmemiş Mektuplar


Eğer yeniden doğabilseydim, senden bu kadar çok şey beklemez ve sana daha çok şey vermeye çalışırdım. Şimdiye kadar benim için yaptıklarının onda birini bile sana verememiş olduğum gerçeğini kabulleniyorum elbette. Ama her zaman yaptıkların için müteşekkir olmamın, sana yeteceğini düşündüm, çocukluktu bu, bunu da kabulleniyorum. Hep yarın daha iyi olacağımı söyleyerek kandırdım kendimi. "Bugünlük böyle, sabah uyandığımda güneşle birlikte yeniden doğacağım." Hayatta en çok söylediğim yalan bu olsa gerek. Dürüst biri olduğumu savunurum oysa ki, buda düpedüz bir yalanmış meğer. Sana karşı hep dürüst olsam da kendime karşı iflah olmaz yalancının tekiydim. 

Bir insanın kendisiyle geçinememesi ne büyük bir sorun! Başkasıyla olsa, kıçına tekmeyi basar, huzura erersin. Ama kendi kendini kapı dışarı etmen pek mümkün değil, denediğim için söylüyorum. Her ne olursa olsun, kendinle aynı çatı altında yaşamak zorundasın. 

Ona çok sık yalan söylediğim için, böyle aksi lanet birine dönüşmüş olsa gerek. Ona beklediği değeri verecek zamanı bulamadım hiçbir zaman. Onu dinlemedim ve anlamaya çalışmadım. 
Her zamanki gibi suçlu yine benim.

Bilmeni istediğim bir şey var. 
Başıma gelen hiçbir kötülük için seni suçlamadım. Bana karşı hep iyi oldun, artık eskisi gibi yakın olmasak da, gözlerimi kapattığımda, kötülüğümü istemediğini hissedebiliyorum. Ve bana kırgın olduğunu da. Kendim gibi sık sık seni de görmezden geldiğim için üzgünüm. Bunu hak etmedin. 
Özür dileyebilmek isterdim ama henüz bunu başarabileceğimden emin değilim. Belki de artık senin de bir özür beklediğin falan yok. Önceleri özür dileyemediğimden canımı sıkıyordum, sonraları yavaş yavaş unutmaya başladım, artık aklıma bile nadiren geliyor. Kimileri hatırlamak dışında bir mucizesi olmadığından bahseder. Bu mucizeye sahip olabilmeyi ne çok isterdim. Unutmak dışında bir meziyetim yok korkarım ve bunun bir mucizeyle uzaktan yakından ilgisi yok. Keşke bu kadar kolay unutmasaydım. Bu bazen işe yaramadığından değil. Kırgınlıklarımı, üzüntülerimi o kadar çabuk unuturum ki, benim diyen benimle yarışamaz bu konuda. 
Keşke elimde olsaydı. Yani unutacaklarımı seçebilmek. Ne yazık ki böyle bir mucizem de yok.

Yeniden doğabilseydim, hatırlamak ve unutmamak için daha çok çırpınırdım.
Daha çok okur ve daha çok yazardım.
Daha çok feda eder ve daha az beklerdim.
Daha az sahiplenirdim ve daha çok ait olurdum.
Aidiyet hissi...Bu his, yalnızlığın ilacı olarak türemiş olmalı.
Yalnızlığı sevmediğimi bilirsin. Yanımda olmadığın tek bir an bile yoktu oysa. Bunun kıymetini bilmeliydim ama dedim ya müteşekkir olmamın yeteceğini düşündüm her zaman.
Dünyanın en bencil insanıyım.
Hala beni sevdiğini ümit edecek kadar.
Elimde kalan tek bir şey var.
Varlığını görmesem de yokluğunu bir kez bile düşünmediğime yemin edebilirim. 
Başka türlüsünü düşünemem çünkü. 
Her ağladığımda gözyaşlarımı sildiğini düşünerek sakinleştim ben.

Annem mi sen mi? Küçükken çok düşünürdüm bunu. 
O zamanlar bunun için cezalandırılmaktan korktuğumdan hemen "sen, sen!" derdim içimden.
Fakat şimdi cevabımı ve nedenini benden iyi bildiğine eminim.
Yeniden doğabilseydim, seni daha çok severdim.



10 Ocak 2015 Cumartesi

Tek hayalim bir baltaya sap olmak


İşe yaramaz insanın teki olmak, bu dünyada en çok korktuğum şeyler listesinde üst sıralarda yer alıyor olmalı. Lise yıllarının başından beri motive kaynağımın bu olduğunu fark ettim çünkü. En son ne zaman gerçekleştirmek için uğraştığım hayallerim vardı, hatırlayamıyorum. Birinci sınıfta mıydım? Büyüyünce ne olacaksın diye sordukları zaman 'ressam' diyordum gururla. Gel gör ki sınıfta ve çocukların anneleri arasında resimlerim alay konusu olmuştu. Öğlen aralarında anneler çocuklarına yemek yedirirlerken, bana resim yapma konusunda tüyo vermeye çalışırlardı. Ben bunlara hiç canımı sıkmazdım, tamam resimlerim biraz anlamsız olabilirdi ama içimden geldiği gibi çiziyordum ben. Canım sıkılıyordu onlarca kuş çiziyordum mesela gökyüzüne. Bana öğretmeye çalıştıkları manzara resmi kalıpları - eminim herkes bu manzaradan en azından bir kere çizmiştir - beni mutlu etmiyordu, özgür hissettirmiyordu. 

Dedim ya ben yine de ümitliydim. Kafama göre çizmeye, boyamaya devam ettim. Öğretmen resmimi alıp bütün sınıfın önünde boyama şeklimi eleştirene dek. Ehil birinin (!) ağzından duyunca her şey daha bir netlik kazanmıştı sanki. Erken başladığım için okula ilk zamanlar adapte olmadığımı biliyorum ve gerçekten kötü resim yaptığımı da. Ama o zamanlar tek ihtiyacım olan, hayallerimin desteklenmesiydi sanırım. Ya da en azından hayal kurmaya teşvik edilmeliydim. Biri bana içimden geldiği gibi yaşamanın, diğerlerinin iyi gördüğü şekilde yaşamaktan daha iyi olduğunu anlatmalıydı.
Anlatan olmadı ve birkaç yıl içinde ben de kalıplara büründüm. "En iyisi doktorluk,mühendislik. Öğretmenlik de iyi meslek kadınlar için." Bu üç mesleği düşünebiliyorduk yalnızca. Özgür olmak için değil para kazanmak için ders çalışıyorduk.

Ben daha çok işe yarar biri olmak için çalıştım. Bir baltaya sap olduktan sonra ne olduğumun önemi yok diyordum üniversite sınavına hazırlanırken. Hayalim yoktu, hedefim yoktu. Bütün hocalar bir hedef koymamızı öğütlüyordu. Hala bir baltaya sap olma derdindeydim. Nasip hocam, diyordum. Olursa olur olmazsa olmaz. İçten içe hala kurduğum hayallerle alay edilmesinden korkuyordum belki, sebebinden emin olmak imkansız. Tercih zamanı çok zorlanacağıma emindim ama tercihlerimi yapmam 5 dakikadan fazla sürmedi. Puanım tıpa yeterken başka bölüm yazmam imkânsızdı gözümde. Zaten ilgi duyduğum bir hobim yoktu. Okulun PDR hocası sınavdan önce yanına gittiğimde, sınav bittikten sonra da oturup test çözeceğimi çünkü başka bir ilgimin olmadığını iddia etmişti. Deli gibi kızmıştım, çünkü yalan söylemiyordu. Zaten en çok kızdığımız doğrular değil mi hayatta? Yalan çok kızdırmaz beni mesela, çok üzer yalnızca. Kadın haklıydı. Sınavdan sonra bir ay kendime gelemedim. Büyük bir boşluk içindeydim o yaz. Kendimi tatlı yapmaya vermiştim. Her gün hamur karıştırıyordum, karıştırmak pişirmek ortaya bir şeyler koymak rahatlatıyordu beni.

Okul başlayınca geçti tabii. Seçtiğim bölümü de sevmeye başladım. Bir insanı sıkıntılarından kurtarma fikri mucize gibi. Daha çok çalışmak zorundayım ama artık yolun sonunda nereye varacağımı kestirebildiğimden o kadar zoruma gitmiyor. 
Kendimi keşfetmek için daha zamanım var. Yazı yazmaya, senaryo yazmaya ilgi duyduğumu fark ettim mesela. Fotoğraf çekmek de beni çok heyecanlandırıyor. Otobüste, yolda giderken hoşuma giden küçük şeylerin fotoğrafını çekiyorum. Kafamda senaryo yazmaya çalışıyorum. Garip, daha önce tatmadığım bir heyecan veriyor bunlar bana. 
Lisede de vardı muhtemelen ama ben ders çalışmaktan farkına varamadım. Kendimizi bulmamız değil, çözebildiğimiz kadar test çözmemiz isteniyordu çünkü.
Yazma hayalimde ya da fotoğrafçılıkta ilerleme gibi bir niyetim yok. Bir ilgimin olması dahi yeterli benim için. Tıpkı ressam olmak istediğim zamanlardaki gibi güzel hissettiriyor. 
Üstelik hayallerimle dalga geçilmesinden korkmayacak kadar büyüdüm artık.



Pilozof.

5 Ocak 2015 Pazartesi

Güçsüz ama özgürüm?


Benim fikirlerimi değiştir, sorgula, sorgulat, zihnimde yeni pencereler aç, ufku görebilmem için yardım et bana. Tüm bu izinleri veriyorum sana, hatta istiyorum ve ümit ediyorum böyle olmasını. Bu dünyada milyarlarca insan var ve tek doğru yolun kafamdaki yol olduğuna inanacak kadar kibirli olmadım hiçbir zaman. Bu yüzden, bana kendi yolunu öğrettiğinde sana ancak minnet duyabilirim. Fakat bundan öncesinde bir isteğim daha var senden. Benim fikirlerimi de önemse. Sırf seninkilerden farklı diye bir çöp torbası gibi savurup atma onları, ben de en az senin kadar insanım. Söylediklerim, zihninde bir yol açmaya çalıştığında onları şiddetle durdurmaya kalkma ve böyle olduğunda öfkeyle sesini yükseltme ne olur. Eğer tartışmayı, iki kişiden birinin galip çıkmak zorunda olduğu kıyasıya bir yarışma olarak görüyorsan en başında anlat bunu bana. Ne dersen onaylar, kafamı sallar geçerim. Böylelikle koruyup gizlediğin, değişmesine asla izin vermediğin düşüncelerine dokunulduğu için duyduğun hayal kırıklığı seni yıpratmamış olur ve ben de sonucu değişmeyecek bir tartışma için boşu boşuna yorgun düşmemiş olurum. Daha da kötüsü, sırf bu yüzden birbirimizi incitebilme ihtimalimiz bile üzüyor beni.
Bir "düşünce", bir "insan"dan daha önemli olabilir mi? Bunu belki binlerce kez daha soracağım kendi kendime. Her defasında da yanıtsız kalacak. Bir gün, -doğru veya yanlış- bir cevap bulabilecek miyim bu soruya? Bazen sırf bu yanıtı bulabilmek için yaşadığımı düşünüyorum.
Her neyse... Güçsüz bir insan olduğumu anlamışsındır, sanıyorum.
 Fakat bu güçsüzlüğüm inançlarım olmadığından, fikirlerim kaypak bir zeminde savrulduğundan değil.
 Sen fikirlerini ve inançlarını kendi etrafına örüyorsun, yıkılmaz bir kale gibi. Bense fikirlerimin ve inançlarımın etrafına kendimi örüyorum.
Sen güvende ama tutsaksın.
Bense belki güçsüz ama özgürüm.
Böyle düşündüğüm için kınama beni. Güvende olmanın, özgürlükten daha önemli olduğunu ileri sürersen, bunu anlayabilirim çünkü. 
Ama sen de beni anlamaya çalış. Tıkılı kalamam, biliyorsun. Canım sıkıldığında, tüm inandıklarımı sırtlanıp, kaçıp gitmem gerek. Sırtımdakilere bakıp beni ötekileştirmeyen, beni ben olarak görüp, bana ben olduğum için değer verecek insanların olduğu bir yere. Yeri geldiğinde sırtımdakileri yüklenip, bana destek olacak insanların olduğu bir yere. 
Yıkılmaz bir kale inşa edip, içinde yaşıyor"muş" gibi yapamam, affet.

Pilozof