26 Aralık 2015 Cumartesi

Kusurlu bir ruh


Dikiş makinesinde bir çekmece.
O çekmecede dedemin piposu,
içi paslı iğnelerle dolu eski demir kutusu,
ve vidası gevşemiş makası durur.
Tıngırdar iğnesi makinenin susmaksızın,
Bir aşağı bir yukarı,
Yazdığı bir şiir varmış gibi.
Kopmuş, yırtılmış, 
sökülmüş ruhumun parçalarını birbirine diker halbuki.
Eskisinden daha sağlam,
daha kusurlu,
daha az güzel.
#
Yeniden kaybetmek de mümkün,
gün bile batıyor...
Sonra çamurlu, sersefil, kir pas içinde,
yeniden doğuyor.


Z.y.

12 Aralık 2015 Cumartesi

Kar leblebileri


Kar yok, onun soğuğu var dışarıda. Elektrik sobasına bağımlı gibi kıpırdamadan duruyorum. Bir yerlerde su taşa damlıyor, sinir bozucu bir ses. Musluk sesi mi, emin değilim, kalkıp bakasım yok. Kar leblebilerden var bir kavanoz, masanın üzerinde. Hani etrafı beyaz şekerle kaplı leblebilerden. Canım sıkıldıkça, düşüncelere daldıkça ağzıma birer ikişer atıyorum onlardan. Biterse diye korktuğumdan her seferinde yalnızca bir tane; ama gün sonunda fark ediyorum ki kavanoz yarı yarıya bitmiş.. Ne ara yedim, bir fikrim yok. Bitmesinden korktuğum her şey gibi alıp başını gidiyor, kendi kendini tüketiyor o da. Kızmak yersiz, gereksiz. 
Bir kitap var yanı başımda, adı 'Biz'. Güzel değildir, sarmaz bırakırım diye başladıktan sonra kendimi kaptırdım birden. O kitabı benden bir parça, ikimizi bir görür gibiyim şimdi. Olacak iş mi? Bitecek, son kırk sayfa, nasıl ayrılacağım ondan? 
Küçük şeylere olan bağlılıklar ergimiş bir ip gibi kopup gidiyor bir süre sonra, biliyorum, farkındayım...
Peki ya daha güçlü, daha sıkı olanlar.. 
O ipler çekiştirildiğinde, biri o iplerden herhangi birinin boynuna makas dayadığında, fiziki bir acı duyuyor olmak garip. Fiziki bir acı, fiziki bir etki yokken gerçekleşen, öyleyse bu ruhla ilgili. Ruhum yalnız değil, özgür değil, hep birilerine bağlı güçlü iplerle, ergimiş bir ipten daha fazlasıyla üstelik.
İnsan sevdiklerini, o ipin ucundakileri dokunulmaz sanıyor. Sonra da bir gün o iplerin kopma ihtimaliyle yüzleştiğinde, ruhunu yitirircesine acı çekiyor. 
Birileri yanlış söylemiş, birileri kandırmış olmalı beni. Ruh, özgürken değil, birilerine tutsakken, onu yerinde tutan ipler sapasağlam ve sımsıkıyken mutluymuş meğer. 

Kavanozdaki kar leblebiler bitti yazı bitinceye dek, biraz sonra kitabın son sayfalarını da içer, öyle uyurum. Uyandığımda yeniden doğar, gider bir paket daha karlı leblebi alırım marketten. Sonra gelir, sevmeyeceğimi düşünerek bir kitaba daha başlarım, onu daha çok severim 'Biz'den belki. 
Ergimiş ipler kopup yeniden bağlanır birbirine, ben farkında bile olmadan.
Daha güçlü olanlarsa...Evet, kopma ihtimalinin bile tarifsiz bir acı verdiği o ipler...
Bırak acısın, acıtsın. 
Başka yol yok. 


13 Ekim 2015 Salı

Bulut hikayesi


Saatler boyunca, bir an olsun sıkılmadan bulutları izlerdik, hatırlar mısın? Bir ördek, gagasında elma şekeri tutardı. Kocaman gövdesiyle bir hipopotam delip geçerdi göğü, geçerken göz kırpardı. Ne yoktu ki? Dudaklarını alabildiğine açmış bir balık, kanatlı bir sandalye, tonton bir dede, bir ayağı kırık yıldız, kundakta bir bebek, güzel bir kadın ve bir adam; yüzü görünmeyen...
Geçenlerde içinden ince uzun bir ip geçmiş düğmeye benzettim arabanın camından taşan bulut yığınını. Sen yoktun, uzun zamandır da gelmemiştin esasen, beklemeyi bırakmıştım...Başımı cama yasladım, göz kapaklarımla set çektim bulutlarla arama, bulutların neye benzedikleri artık umurumda değildi. Seni kaybetmek, bulutları yitirmek, bulutlarda yaşayan hikayeleri artık okuyamamak bir yana; bu umursamazlık, adını koyamadığım bir sızı gibi yerleşti avuçlarıma. Kalbimden önce avuçlarımın sızladığını biliyorsun, ya da daha büyük olasılıkla unuttun. 
Eve gelip televizyonu açtım ki bu aralar bir alışkanlık bu. Ses; cızırtılı, kulaklarını tıkamana sebebiyet verecek derecede bozuk hatta üzerine oturduğun bir çuvaldız kadar rahatsız edici olsa da ses olmalı bir evde. 
Televizyonda eski bir Türk filmi oynuyordu. Adı aklıma gelmiyor, hatta kim oynuyordu desen onu bile hatırlamam...İzlemedim. Mutfakta yemek yediğim sırada ağdalı konuşmaları dinliyordum sessizce. 
Sonra aklıma eskiden izlediğim başka bir Türk filmi düştü, aniden. Hani çocuk hep bir televizyonu olsun istemişti, hastaydı, ölecekti, yakında öleceğini biliyordu. Televizyonun geldiği gün de ölmüştü hani...Olsa da izlesem yine, diye geçirdim içimden...Çok küçüktüm izlediğimde, o zamanlar ağır gelmişti, şimdi olsa biraz daha ağır gelir belki. İnsan ancak yitirmeyi öğrendiğinde, beklemek ve ölüm arasında çok da bir fark olmadığını anlıyor.

Zy


7 Ekim 2015 Çarşamba

Tavan yıldızları

Tavan boştu...Etrafına dantel örülmüş avizeden başka hiçbir şey yoktu tavanda. Gecenin sindirilmiş aydınlığında neden umrumda olsundu bu? Gözlerimi yumdum. Göz kapaklarımın ardı boştu. Arada sırada dijital ekranlar gibi titreyen yüzlerden başka hiçbir şey yoktu göz kapaklarımın ardında. Az sonra beni bulacak ve kollarına alıp bana daha önce hiç kimsenin sarılmadığı gibi sarılacak uykunun ayak seslerini duyuyorken neden umrumda olsundu?
Uyudum.
Ertesi sabah ilk iş köşe başındaki kırtasiyeye gidip bir poşet parlayan yıldız aldım. Hatırlar mısın bilmiyorum...Fosforlu, odanın ışıklarını kapattığında parlamaya başlayan, duvar etiketleri. Yıllar önce uyku problemi çekerken annem almıştı ilk kez. Çocukken gökyüzüne açık damlarda uyurkenki huzurumu hatırlatmıştı, uyku problemime hayli faydası olmuştu.
Bu kez de tavan boş kalmasın diye almıştım işte. Bu kadar basit ve küçük bir şeyin, insan ruhundaki gedikleri kapatabiliyor olması garip ama güzel. Zaten bu aralar güzel olan çoğu şey garip aynı zamanda.
Tavandaki yıldızlara bakıyorum...Evren, evrenin içinde bir galaksi, galaksinin içinde yıldızlar, dünya, gezegenin karanlık bir yerinde iki katlı bir ev, bu evin sahte yıldızlarla döşeli beyaz tavanı; bu iç içe geçmiş matruşka bebeklerinin en saklı köşesinde de ben. Yalnızlıktan dem vuracak diye korkma yine, bu aralar yalnız değilim...Matruşkalar koruyor beni en azından. Hapsolmuş gibi değil, korunmuş gibi hissetmeyi başarabiliyorum.
Bir kağıt. Uyku tutmadı ya yine, başına sırf bu yüzden geçtim, inan...Bir kağıt; beyaz, çizgili, yanında tükenmez bir kalem...Yazıyorum, başlarda kimseye okutmamak üzere başladığım satırlar, sonunda birileri okusun diye tutunduğum ağaç dallarını anımsatıyor. Bunun itirafı güç ama kendim için yaşayamıyorum...Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum, değişmek mümkün ama değişmek yönünde çaba sarf etmiyorum.
Tavan, yine tavan, saniyeler ilerledikçe boş ve karanlıkken daha huzurlu olduğum yönünde fikirlere kapıldığım tavan...Bir merdiven alıyorum, düşmekten korkarak en tepesine çıkıyorum. Arada sırada sallanıyor basamaklar, düşeceğim sanıyorum.
Teker teker söküyorum yıldızları, sanki onları öldürdüm, ellerimde parıltılarını yitirdiler sanki; hayır bunları ben hayal ediyorum.
Sökülmüş yıldızları yatağın altındaki karmaşık yığının arasına fırlatıyorum. Birileri temizler, birileri süpürür, birileri ben yokken çöpe atar onları, farkında bile olmam...
Yatıyorum, tavan boş, göz kapaklarımın ardında yüzler var, o yüzleri de söküp atabilsem, bir an tereddüt etmem, inan...
Ruhumda, sökülen yıldızların açtığı gedikler beliriyor yine.

Anıları ve yüzleri de söksem böyle eksilir miyim?

ZY

6 Eylül 2015 Pazar

Bir şişe ümit


Geçen gece sığ bir filmin sığ müziğini dinledim saatlerce,
sorgusuz sualsiz. 
Eskiden olsa notasına tahammülüm olmayacak basitliği nasıl da sığdırdım göğsüme, 
sonra da ağladım unutma lüksümün yokluğuna. 
Beklentilerim miydi yanlış olan yoksa senin bana bıraktıkların mı bilmemek nasıl da kahrediyor;
ısrarla cevaplar isterken, 
bir mahşer dolusu soru tırtıkladı körpe anıların avuçlarını.
Bak bana, orada okunmaya değmez bir hikaye göreceksin,
çok uzun zaman önce, bilinmeyen bir zamanda yazılan,
üslubu hoyrat, karakterleri yalan, kurgusu işlek bir cadde gibi.

Geçen gece yıldızsız bir gecenin boş karanlığını izledim saatlerce,
kimsesizlik battaniyesine sarınarak.
Eskiden olsa güve yeniğini andıran bu kesintili işi ziyadesiyle ziyan bulacağım halde.
Huzuru kovaladım, bir şişe ümit içtim, sarhoş etmedi, biraz başım döndü sadece.
Hayallerim miydi hatalı olan yoksa elimdekilerle yetinmeyişim mi bilmemek nasıl da kahrediyor;
sonunu düşünmekten kaçarken,
bir evren dolusu hiçlik sardı eskimiş rüyaların etrafını.
Koy ellerini, toprağın altında sıçrayan kalplerin üzerine.
Orada bir yaşamın tükenişini ve başka bir yaşamın doğuşunu hissedeceksin,
yağmurun şefkatine muhtaç, kendi kendine sürgün vermekten aciz;
Yani biraz da benim gibi.

Geçen gece dalgasız bir denizin durgunluğunu içtim saatlerce,
doymak bilmeden.
Eskiden olsa tatmin edilmekten uzak susuzluğumu görmezden geldiğim düşünülürse,
bir cesaret örneğiydi bu yaptığım.
Durgunlukla tıka basa dolu midem, kustu gizli öfkelerimi gözlerimden.
Ağzımı çalkaladım gözyaşlarınla, kekremsi tadı dilimi yaktı, yine de minnetimin ifadesi yok.
Üzüntülerim miydi hatalı olan yoksa onları istifleyip kaldırışım mı sandıklara bilmemek nasıl da kahrediyor;
mutluluk piyesinde can verme ihtimali varken,
repliği unutup sahneyi terk edenlerle dolu bütün senaryolarım.
Çık zihnimin çatılarına, doğaçlama güvenimin en tepesine.
Orada kiremitlerin çatırdayışını ve saçaklardan damlayan korkuları duyacaksın,
Ve bir kız çocuğunun serzenişini;
gurur maskesinin ardında kurtarılmak için ağlayan.

Geçen gece adını yazdım sararmış bir deftere saatlerce,
yitikliği düşünmeksizin.
Eskiden olsa harfler titrer, harfler sızlanır ve harfler ağlardı sessizce.
Şimdi donuk bir mürekkebin ardında,
Yorgun ve kelimeleri bekler vaziyette.


ZY


wattpad'de bir şiir kitabına başladım ve bu şiiri de onun için yazdım. Aslında uzun zamandır yazmaya küs kalmıştım ama artık yavaş yavaş geri dönüyorum.
Nerelerdesin diye soran sevgili Kalemderi, bu kırık dökük şiir de sana ithafen olsun, yokluğumu fark etmen benim için ne kadar değerli bilemezsin.




22 Temmuz 2015 Çarşamba

Yalın ayak kalpler


Bilyeler biriksin önce,
Deniz kabukları,
Koleksiyon diye tutturduğun peçeteler,
Bitmiş çikolata paketleri
Kokulu silgiler...
Bakmadan yazabilmeyi öğren önce,
Baş harfi geçtiğinde titrememeyi heyecandan.
Çizdiğin kalplerin aslında silinip gideceğini bir gün.
Şiirlerin kafiyesiz de olabileceğini.
Avuçların büyüsün önce,
Nar çiçekleri açsın,
Deniz vakti gelip çatsın,
Yalın ayak gezmekten ayakların ağrısın
Bu apansız kış sonuna varsın,
Bilirsin, ben en çok kışları ağlarım.



7 Temmuz 2015 Salı

Gökkuşağı, yaz yağmuru ve kağıt kesiği


Bir insanın ansızın hayatına dahil olması ne kadar garip.
Kimi gökkuşağı gibi, beklemediğin bir anda hayatını renklendiren ve geldiği kadar hızla çekip giden.
Kimi yaz yağmuru gibi, başta can sıkıcı olsa da gittiğinde seni anılarından silinmeyecek bir toprak kokusuyla bırakan.
Kimi kağıt kesiği gibi, ummadığın bir anda hayatına damlayıp, canını acıtan ve ardında kanıt bırakmayan.

Hiç tanımadığın bir insana, koruyup büyüttüğün hayatına ansızın girip çıkma iznini farkında olmadan veriyor olmak, ne kadar garip.

Dilek defteri-wattpad tanıtım.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Yanlış toprak


Yanlış toprağa ekilmiş tohumlar gibiyim...
Sürgün verecekken, susuzluktan çürüyen...
Bir koku;
Yanık saç, yanık tene benzeyen,
Yağmurun unuttuğu bir yerde.

Çatlaklardan sızan güneşi uyandırıyor ümitlerim,
Biraz ışığa muhtaçtım,
Karanlığa mahkum olmadan önce.
Şimdi aydınlıktır cennetim.

Yanlış hana düşmüş yolcular gibiyim...
Boş keseyle yola devam eden...
Bir nefes;
Eşkıyaya, hırsızlara benzeyen,
Hızırın unuttuğu bir yerde.

Kapalı kapıların ardından bakıyor ümitlerim,
Biraz dinlenmeye muhtaçtım,
Yollara mahkum olmadan önce,
Şimdi uykudur cennetim.

Z.



25 Haziran 2015 Perşembe

Yalnız


Şarkıları yalnız dinliyoruz,
Yalnız bakıyoruz gökyüzüne
Yalnız uyuyoruz
Ve yalnız görüyoruz, tükenen geceyi...
Biz asırlık yalnızlığa gebeyiz belki;
Kan ter içinde, bir doğum evinde
Dişimizi sıkarak alışıyoruz...
Ben seni doğurdum belki;
Hiç olmadığın surette.
Ve sen de beni doğurdun, kim inkar edebilir?
Yalnızlığım bir doğum lekesi.

ZY

15 Haziran 2015 Pazartesi

Dünyanın en güzel şarkısı

Bana göre budur:



Çocuktuk sadece
Hayallerimiz uyumluydu kalplerimizle
Gemimize tırmanıyoruz
İsteseniz de istemeseniz de gidiyoruz biz
İsteseniz de istemeseniz de

Denize yelken açtık
Amaçsızca, yönler ve zaman çizgisi olmadan
Gelip bulduğumuz bu kıyıyı
Önceden de görmüştük, konuşmadan ya da tek kelime paylaşmadan
Gerek yok duyulmasına gerçek düşüncelerinin
Sen, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzelsin

Gitme altınlarla döşenmiş yollardan
Seni hüsrana uğratacak onlar
Bulduklarını paylaşmazsan eğer, bunun ne zevki kalır?
İnşa etmesi yıllar süren şeyler, saniyeler içinde yıkılır

Kimse avutamayacak beni
Bilmeyecek neler olduğunu içimde
Terkedilmiş bir boşluk, kalacak eskisi gibi
İkinizin de bana yalan söylediği yeri hatırlatarak

Bununla yaşarken öğrendim
Hayatım boyunca okuduklarımdan daha fazlasını
İkiniz bununla da alay etmişsinizdir, bahse girerim

Özlüyorum bu duyguyu
Dokunuşun, öpücüğün ağır gelirdi aklıma
Hatıralarımız ebediyen mühürlendi zamanda
Senin olduğu kadar benim de sırrım bu
Mantığımız karşı geldi
Ölene kadar saklayacağım seni

Dinliyorum...Ne yorgunluk kalıyor, ne stres...Başka bir diyara sürüklüyor beni sanki. Bir şarkının yapabileceklerini yeni anlıyorum...
Low Roar, keşfedilme ihtimalini bile kıskandığım bir grup olsa da, paylaşmadan duramadım :)
Belki seversiniz...

29 Mayıs 2015 Cuma

Sokak Kedisi

SOKAK KEDİSİ

Vazgeçmek için çok erken diyor bir sokak kedisi.
Susmasını söylüyorum, inanmıyor besbelli,
Anlatıyorum tane tane,
Daha ilk adımda yorulup, emeklediğimi.
A harfinde fırlatıp atışımı alfabeyi,
Bırakıp gidişimi, bir vakitler çok sevdiğim her şeyi,
Sırf erken yorulduğumdan.
Yeniden başlamak için çok geç diyor,
Tembelce gererek patilerini.
Gitmesini söylüyorum defalarca, oysa lafımı ikiletmezken.
Bir çöp bidonunda kaybolup gidiyor tüyleri.
Günlerce yürüyorum, hiç durmadan.
Başladığım ve bitirdiğim nokta arasında.
Dönüyorum yeniden,
Sırf göstermek için yeniden başlayabileceğimi,
Bomboş bir sokaktaki,
Bomboş çöp bidonuna.
Gözümde dolaşıyor,
Kaçıp giden sokak kedilerinin hayali.
İçimi kanatıyor,
Huysuz bir çocuk sesi.
Üstelik tam da istediğim gibi;
Başladığım ve bitirdiğim yerdeyim,
Sırf erken yorulduğumdan.

ZY

21 Mayıs 2015 Perşembe

Senin için döneceğim


Salatalık asmalarının içinde görünmez olmuş, arada sırada bahçe kapısına tedirgin bakışlar atarak, salatalık arıyordu. Ayşe hatun sabah erkenden kalkıp toplamış olacak ki, yeşil yaprakların arasında aradığını bulamıyordu. Toprağın üzerine oturup, sırtını bahçe duvarına yasladı. Gözünün önüne gelen arılardan birini, telaşa kapılmadan kovaladı. Güneş, yüzünü sıcacık okşuyordu. Gözlerini kapattı. El çırpma sesini duyup da korkudan sıçrayıncaya dek uzun zamandır hiç olmadığı kadar huzurluydu. Aniden büyüyen gözleri tanıdık bir yüzle karşı karşıya gelince, kaşlarını çatıp,

"Rüyanda mı gördün? Nereden damladın yine bahçeye sabah sabah?" diye terslendi. Gözlerini yeniden kapattıktan sonra, adamın toprağın üzerine, tam yanına oturduğunu hissetti. Birlikte geçirdikleri yirmi altı yıl, yan yana saatlerce hiç ses etmeden oturabilme özgürlüğünü tanıyordu. Ama o gün, içinden gelen tek şey gevezelik etmekti. Belki de salatalıkları kaçırmasından kaynaklanan hayal kırıklığını bastırma yoluydu bu. Gözlerini açıp, yana döndü.
"Özgürlük nedir sence?" diye sordu, az öncekine göre çok daha sakin bir sesle.
"Özgürlük..." dedi öteki durgunca. Uzunca bir süre, hiç acele etmeden düşündü. "Bir sabah vaktini, yatağında değil toprağın üzerinde geçirebilmektir. Mecbur olduğun için değil, sadece öyle istediğin için."
"Yani biz özgür müyüz şimdi?"
"Burada, yan yana oturduğumuz sürece, evet." 
"Bu senin kendi kanaatin." dedi bacaklarını toplayıp, karnına çekerken. "Ben hiç de özgür hissetmiyorum, can."
"Nedenmiş o, can?"
"Üzerinde özgürüz dediğin toprağa bile bağlıyım da ondan." dedi üzgün bir sesle. Parmaklarını, toprağın üzerinde dolaştırırken, hüzünle iç çekti. "Bırakıp gidemiyorum ve tam olarak sahiplenemiyorum da." 
"Benden mi bahsediyorsun?" dedi merakla. Üstü kapalı konuşulmasından nefret ederdi.
"Ne alakası var?" diye cevap verdi ellerini topraktan çekip, göğsünde birleştirirken. Sinirlenmişti, sebebini anlamıyordu. Öteki omuzlarını silkti.
"Toprak su ister, emek ister, sevgi ve sabır ister." dedi duymazdan gelerek. "Ama hiçbirini yapmadan çekip gidersen de, arkandan sitem etmez. Sana olan bağlılığı azalmaz, ne kadar geç dönersen dön, döndüğünde yeniden başlayabilirsin."
"Ya hiç dönmezsen, o zaman ne olur?"
"Hiç dönmezsen de, üzerinde yeşillik bitmez belki ama yine de yaşamaya devam eder."
Başını kaldırıp baktığında, gülümsediğini gördü. Gözlerinde anlaşılmaz bir ifade vardı. 
"Toprağı seviyorum." dedi parmaklarını tekrar toprağın üzerine bırakırken. Çıplak ayaklarının altında dahi, toprağın ve iri taşların mırıltılarını hissedebiliyordu. "O kadar alıştım ki ona, bırakıp gitmeye korkuyorum. Büyük şehirlerde o kadar az toprak var ki!"
Adamın, nasırlı elleriyle saçlarını dağıttığını hissedince, küçük bir çocuk gibi sinirlenip, başındaki elleri uzaklaştırmaya çalıştı.
"Otuz yaşına geldin." dedi adam gülerek. "Her yıl aynı muhabbet! Git artık gideceksen."
"Üzülmez misin?"
"Neden üzüleyim? Sen yağmursun. Büyüteceğin ve yeşerteceğin onca yer varken, yalnızca benim için yağmanı bekleyemem senden."
Kız, adamın samimiyetle parlayan yüzüne, gizlemeye çalıştığı bir hayranlıkla baktı. 
Gülümsedi.
"Ne iyi adamsın sen, can! İyi ki birlikte büyüdük seninle. Utanmasam, babam iyi ki bırakıp gitmiş beni diyeceğim!"
"Delinin zoruna bak." dedi adam. İltifat aldığı zamanlarda olduğu gibi ne diyeceğini şaşırmış, bocalayarak bakışlarını kaçırmıştı. Cebine sakladığı salatalıklardan iki tane çıkarıp, birini kıza uzattı.
"Ninem sabah ezanında kalkıp toplamış." dedi. "Mutfakta bulacağım diye canım çıktı! Yiyip bitiriyorsunuz, ben ne satacağım diye söyleniyor."
Adamın güneşten parlak yüzüne bakmaya devam etti ve salatalıktan küçük bir ısırık alıp, yeniden gülümsedi. İçi, huzur denilen yaramaz çocuğun ayak sesleriyle doldu.
Bir gün mutlaka döneceğim, diye düşündü.
Senin için döneceğim, can,  benim canım toprağım!

ZY


16 Mayıs 2015 Cumartesi

Depresif mim


1-Depresyona ne sıklıkla girersin?

Lisedeyken mütemadiyen depresyondaydım sanırım. Ama yaşarken fark etmiyordum; bunu bana has, değiştiremeyeceğim bir özellik olarak görüyordum. Tıpkı gözlük takmaya yeni başladığınızda, gözlük takmadan önce aslında göremediğinizi fark etmeniz gibi; ben de hayata baktığım gözlükleri değiştirdiğimde, uzun zamandır depresif bir ruh hali içinde olduğumu fark etmiştim. Kendi kendimi iyileştirmeye çalıştığım bir dönemden sonra, asıl ben'i biraz olsun bulur gibi oldum. Arada sırada dalgalanmalar olmuyor değil, o kadar da insan doğası artık :) 

2-Bu gibi zamanlarda ne dinlersin?

Depresyondayken oturup duygusal müzik dinlemem açıkçası. Yangına körükle gitmeye ne gerek var, değil mi? :) Bilakis, fellik fellik kaçacak delik ararım bu tarz müziklerden. Genellikle beni mutlu eden şarkılar dinlemeyi tercih ederim, kendimi o şarkıların geçtiği güzel yerlerde hayal etmeye çalışırım. Kısacası, müziği ruh halimi yansıtmak için değil, bir çeşit meditasyon aracı olarak kullanmaya gayret ederim. (En azından sadece depresif zamanlarımda) İlla ki şarkı adı vermek gerekirse, Rocky Horror Picture Show'dan 'Time Warp' şu aralar benim içimi neşeyle dolduruyor :) Veya sadece, klasik müzik dinlediğim de oluyor. Yiruma'nın ezgileri çok hoş, insanı alıp başka bir dünyaya sürüklüyor örneğin. (Verdiğim iki örnek arasındaki uçuruma dikkatinizi vermeyin rica ederim :) )

Beni mimlediği için, güzel insan Syrano'ya teşekkürler :) 
Eğer yazmak isterse, Gülin Dünyası'nı mimliyorum :)
Hoşçakalın. 

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Doğuş Otomotiv Trafik Hayattır!

Önemli olan ne kadar hızlı vardığınız değil, nasıl vardığınız... 
Trafikte aşırı hız yapmayın! Çünkü Trafik Hayattır!



Aşırı hız son yıllarda kazaya sebep olan unsurların başında yer alıyor. Özellikle gençlerin yaptığı trafik kazalarının çoğu aşırı hız nedeniyle meydana geliyor. Doğuş Otomotiv’in kurumsal sorumluluk markası Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ı konusunu ana mesajları arasına alarak projelerini kurguluyor.

Dünya Sağlık Örgütünün raporuna göre trafik kazalarındaki ölümlerin yaş grubu analizinde diğer ölüm nedenleri arasında 15-29 yaş grubu birinci sırada yer alıyor.   Bu durum gençlere yönelik trafik güvenliği kampanyalarının acil olarak arttırılması gerektiğini gösteriyor. Trafik Hayattır platformu bu noktada çok önemli inisiyatifler alarak önemli projeler geliştirdi; 4 senedir devam eden Trafik Güvenliği Uzaktan Eğitimi projesinin üniversitelerde seçmeli ders okutulmasının yanı sıra, 2014 yılında radyolarda yer alan ‘aşırı hız’ radyo spotu da dikkat çeken bir diğer proje oldu. İki projede birçok önemli ödül aldı. Bu ödüllerden en çok gurur veren ise 2014 Birleşmiş Milletler Genel Kurultay’ın da iki projenin Avrupa’da trafik güvenliğiyle ilgili örnek uygulama seçilmesi oldu.





Trafik Hayattır, ‘aşırı hız’ ile  ilgili projelerine yenisini ekledi ve her birinde farklı trafik güvenliği mesajlarının verildiği bir animasyon serisi üretti. Aşırı hız konulu animasyonda her gün trafikte rastladığımız hatalar vurgulanıyor.  Çocuğunu almaya giden bir babanın trafikte kalmasını ve sonrasında hız yaparak girdiği emniyet şeridinde kaza yapmasını anlatan animasyondan hepimizin çıkaracağı dersler var.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Aklımda bir resim var artık


"Bana bir hikaye bile anlatamayacaksan, ne diye duruyorsun yanımda?"
Göz kapakları kapalıydı, yüzünde hiç kimsenin duymadığı bir şeyi duyuyor gibi gizemli bir gülümseme vardı.
"Ne anlatayım?" dedi sıkıntıyla öteki. 
"Bilmem...Güzel bir şeyler. Gördüklerine dair..."
Görmek kelimesini nadiren kullanırdı; bugün onda farklı bir şeyler vardı. Yeni bir şey; durmayan, akıp giden, değişen.
"Çektiğim ilk fotoğrafı anlatabilirim." dedi öteki, garip bir sesle. "Onu daha önce hiç kimseye göstermedim."
"Mümkün olsa bana gösterir miydin?"
Kısa süreli sessizlik, odanın içinde uğuldadı. Hmmmm, diye ünledi adam 
"Hayır, göstermezdim." diye cevap verdi keyifle. 
"O zaman anlat bana, nasıl bir fotoğraf; insan mı var, nesne mi; siyah beyaz mı renkli mi? Anlamı ne? Kaç yaşında çektin?"
Adam, elini tutup kızı yattığı yataktan kaldırdı, dikkatle yönlendirerek pencereye götürdü. Perdeleri açtı. Işığın, kapalı göz kapaklarından yansımasını izledi. 
"Neden bilmek istiyorsun bunları?"
"Merak ettiğimden değil." dedi gülerek. "Anlattıklarını kafamda canlandırmayı seviyorum...Kitap okumak gibi ama daha kolay ve daha gerçek. Sanki yeniden görüyormuşsun gibi. Öyle mucizeler olur ya. Biri gözlerini verir sana ne bileyim, tıp bir mucize gerçekleştirir, araba çarpar, bir şey olur..." Gülümsedi. Gün ışığı, masum yüzünde, orada olmaktan mutluymuş gibi gereğinden fazla oyalandı.
"Böyle bir mucizeyle kıyaslanabilecek kadar güzel mi?"
"Belki biraz daha güzel."
"Yalan söyleme." dedi gülerek. Kız da güldü.
"Abarttım." dedi kabul ederek. Rahatsız etmeyen, adeta doğal bir ihtiyaçmış gibi ortalıkta dolaşan, kısa süreli bir sessizlik oluştu. Sonunda,
"Anlatacak mısın?" diye sordu canlı bir sesle.
"Evet, anlatacağım, evet..." dedi adam sabırsızlıkla. "Ama hayal kırıklığına uğramandan korkuyorum."
"Bende kırılacak hayal yok." dedi kız gocunmadan veya sitem etmeden. 
Bu küçük cümle, adamın içinde bir yeri acıttı.
"Tam anlatacağım, bir şey söylüyorsun, her şeyi unutup sessizliğini dinlemek istiyorum...Nasıl yapıyorsun bunu?"
Kız omuzlarını silkti. "Anlatmayacaksın, lafı kıvırıyorsun." dedi küskün bir sesle. Göz kapakları hala kapalıydı, gözlerinin ölü rengini çoğunlukla kimseye göstermezdi. Küçüklükten gelen bir alışkanlıktı bu. 
"Peki..." dedi adam mırıltıyla. "On sekiz yaşındaydım, ilk fotoğrafım özel olsun istiyordum; daha önce çekilmiş hiçbir fotoğrafa benzemeyen. Bir yandan da kendime saklamak istiyordum. Kimseye göstermeyecektim onu ki öyle de yaptım. Her neyse...Bunlar önemli değil. Elimdeki makineyi sımsıkı tutmuş, sahil yolunda dolaşıyordum. Sonra birini gördüm. Arkası dönüktü. Rüzgar çıkmıştı, siyah saçları denizden uzağa savruluyordu. Yalnız başına bir bankta oturuyordu. Daha önce çekilmemiş bir fotoğraf olmazdı bu; mutlaka milyonlarca benzeri vardı. Ama o an hissettiğim, daha önce kimse tarafından hissedilmemişti. Emindim buna. Zaten, görünüş aynı olsa da farklı olan hislerimiz değil midir?" Güldü ve kızın ilgiyle parlayan yüzünü inceledi. Mutluydu. Anlatacaklarını bir mucizeyle kıyaslarken samimiydi. Kendisini dinlemeyi gerçekten seviyordu. Bu gerçek de içini acıttı. Bir an susmayı düşündü ama çok geçti.
"Fotoğrafını çektim ve kimseye göstermedim. Benim bile bakmaya kıyamadığım zamanlar oluyordu resmine. Bencillik değil mi, bu? Bencillik evet, bana ne dersen de, haklısın."
Kız gülümsedi.
Adamın bencillikle ilgili söyledikleri umrunda değildi.
Güneş yüzünde parladı.
Tıpkı o gün sahilde olduğu gibi. 
Siyah saçları sırtına düştü, pencereden giren rüzgarla geriye savruldu.
"Aklımda bir resim var artık." dedi kız sakince. "İstesem de kimseye gösteremeyeceğim bir resim daha var, aklımda."

z.y.


29 Nisan 2015 Çarşamba

Mütemadiyen erteliyorum.

Erteleme uzmanı oldum çıktım. Bugünün işini bugün halletmemek için elimden geleni yapıyorum. Tembelim, üşengecim evet inkar edemem. Ama yapmam gerekenlerin ötesinde yapmak istediklerimin elimi kolumu bağlamasına ne demeli? Wells'in 'görünmez adam'ı masanın köşesinden bana göz kırparken, oturup parazit ezberlemek zorunda olmak benim imtihanım sanırım. Sonra da ne parazit ezberliyorum ne de oturup kitabı bitiriyorum; ağrıdan çatlayan bir başla geçip blog yazıyorum. Yarın ezberlerim, yarın okurum, yarın yaşarım ve yarına her ne kaldıysa.



Yalnızca kendime gönderdiğim bir sitem olarak kalmasın bu yazı. Aklımı çelen kitaptan da bahsedeyim.
Görünmez Adam ilk yüz sayfa boyunca elimde süründükten sonra son yüz sayfada gözümde zirveleri oynuyor resmen. Görünmezliği keşfeden bir bilim adamının, keşfini ve varlığını herkesten gizleyerek çıktığı macerasında, diğer insanların 'farklı' olana karşı duyduğu düşmanlıkla yüzleşmesini anlatıyor kitap. En azından şimdilik... 

Kitabı okurken çok düşündüm. Geri dönüşümsüz şekilde görünmez olmak nasıl olurdu? Siz bile kendinizi göremiyorsunuz ve yaptığınız büyük keşif sonuçta size ucubelikle itham edilmekten başka hiçbir şey getirmiyor.
Sanırım böyle bir şey keşfedecek olsam, bütün araştırmalarımı yakıp hayatıma kaldığım yerden devam ederdim...Siz ne düşünüyorsunuz?

26 Nisan 2015 Pazar

Benim hayatımın aksine


Kimi yerler var çok yakınımda. Orada tanıştığım insanları beklentisiz, hesapsız, sınırlarım olmadan sevebiliyorum. Onları sevdiğimi bile bilmiyorlar ve en güzeli de bilmiyor olmaları beni üzmüyor. Beni sevsinler diye uğraşmıyorum, kendimden vazgeçmiyorum ve tüm huysuzluklarıma rağmen kaçıp gitmiyorlar benden. Orada aşık olabiliyorum, yalnızlaşabiliyorum, saklanabiliyorum, yepyeni bir sayfa açıp yeniden başlayabiliyorum; benim hayatımın aksine. Kitap okumayı işte bu yüzden seviyorum sanırım. 

Gerçekte, geçmişe takılı kalmaktan başka yaptığım hiçbir şey yok çünkü. Şimdiyi gerçek olmayan hayatlarda ararken, yaşadığım kadarıyla yetinmeye çalışan biriyim ben. 
Geçmişe karşı tövbekarım, bugüne karşı günahkar; geleceğe bakmaya ise yüzüm yok.  


25 Nisan 2015 Cumartesi

Soma’daki “Toplumsal Dönüşüm Projesi” Onlarla Hayat Buldu!

Soma İçin Bir Olduk:  Anka Küllerinden Yeniden Doğan bir Kuştur...

Allianz Türkiye, sivil toplum örgütleriyle el ele vererek, bölgede etkilenen vatandaşlara ulaşabilmek, onların yaralarını sarmak ve yeni başlangıçlarını desteklemek için Soma’daydı. Soma’da 2014’te gerçekleşen ve ulusumuzu derinden sarsan maden faciasının ardından, Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği (APHB) ve Bilim Kahramanları Derneği (BKD) ile işbirliği yapılarak “Allianz SomaDA”yı (Soma Dayanışma Ağı) geliştirdi.



Soma’daki faciada 301 işçimizi kaybettik, olaydan yaklaşık 5 bin çocuk etkilendi. “Benim adım Esma, benim adım Sıla, benim adım Dilara, benim adım Abdurrahman… Biz bir robot yaptık. Grubumuzun adı Anka oldu. Anka küllerinden yeniden doğan bir kuştur.” Bilim Kahramanları Derneği’nin projesiyle çocuklar, bilim ve teknolojiyle meşgul oldular, acılarından biraz uzaklaşıp normal hayata döndüler.

Allianz SomaDA”yı kapsamında, BKD ile yapılan işbirliği sayesinde, Soma çevresinde, olaydan etkilenen 6 ilçedeki 16 okulun, Bilim Kahramanları Buluşuyor turnuvasına katılımı sağladı. 34 gönüllü öğretmen, 150’ye yakın öğrencinin oluşturduğu 17 farklı Allianz SomaDA takımını 4 ay boyunca turnuvaya hazırladı. Bu yolla, öğrencilerin normal hayata dönüşü desteklenirken, psikososyal ve kişisel gelişimlerine de katkı sağlanması amaçlandı.

Allianz SomaDA”nın bir ayağı da faciadan etkilenen ailelerin çoğunlukta olduğu Dursunbey’deydi. APHB ile yapılan işbirliği sayesinde, Dursunbey’de bir psikososyal destek merkezi açıldı. Çocuklara, yetişkinlere ve gruplara yönelik üç görüşme odası bulunan Dursunbey Psikososyal Destek Merkezi’nin hizmetleri, merkeze uzak bölgelere de ulaştırıldı.


Bir boomads advertorial içeriğidir.

20 Nisan 2015 Pazartesi

Ki alışılmadık da değil



Kimsesizler bahçesinde büyüyen mahşerim ben,
Dirilebilecekmiş gibi içimde bir yer;
Ses nefes yok,
Nerdeyim?

Adımı unutuyorum kimi zaman,
Ki alışılmadık da değil...

Kasırgaya tutulan bir bulutun gözyaşıyım ben,
Yağabilecekmiş gibi içimde bir yer;
Düştüğüm yok,
Nerdeyim?

Adımı unutuyorum kimi zaman,
Ki alışılmadık da değil...

Okyanusa bırakılan bir şişenin içindeki boş kağıdım ben,
Varabilecekmiş gibi içimde bir yer;
Adresim yok,
Nerdeyim?

Adımı unutuyorum kimi zaman;
Ki alışılmadık da değil...

Varılmayan kıyıların özlemiyim,
Işığı görünmeyen limanın belkisi,
Çıkmak üzere olan fırtınanın tedirgin bekleyişi.
Nerdeyim?

(ZY)





10 Nisan 2015 Cuma

Beni nasıl hatırlayacaklar?


Vaktiyle bana hakkını helal etmediğini söyleyen insanla uzun zaman sonra tesadüfen karşılaştığımda, o insanı görmezden gelirim sanıyordum. Üstelik hakkını helal etmeyişinin tek nedeni, benim kendisinden farklı olan yaşam tarzımken...Ama sımsıkı sarıldığında, gözlerim doldu, boğazım düğümlendi. O kadın, benim küçüklüğümü koruyan ikinci annemdi ve inkar etsem de gittiğinden beri, içimde bir yer eksikti. Arkasında duran çocuklara, "Bakın bu benim eski öğrencim." dedi. 
"Çok çok eski." diye düzelttim.
"Kendisi doktor olacak." 

Biliyordum aslında bal gibi. Kadının tavrı, ben hayatımda başkalarınca "takdir edilen" bir yol çizdiğimde değişmişti. Karşısına, bir yol çizememiş, savruk bir insan olarak çıksam, yüzüme bakmayacak; baksa da kendince birkaç laf ettikten yahut eleştirdikten sonra çekip gidecekti. 
Biliyordum aslında. Değer verdiği yalnızca ben olarak "ben" değil, çizdiğim yoldaki "ben"di. 

Bense, kardeşim hastayken ve evde durumlar iyi değilken, okulun bankında tek başıma oturup uzaklara daldığımda, bana kantinden aldığı tüp çikolatayı veren kadın olduğu için değer veriyordum ona. Okula pasta getirip doğum günü kutlayan çocuklara özendiğimi fark edip, benim doğum günümde sınıfa sürpriz pasta getirdiği için seviyordum. Beni yüreklendirdiği için. Destek verdiği için. En çok da, her daim gülümsediği için...

Ben de başkalarının hayatına böyle küçük dokunuşlar yapabilmeyi ve sırf bu küçük dokunuşlarla hatırlanabilmeyi isterdim. Bana baktıklarında 'doktor olacak kız' değil, 'hani zamanında gelip elimizden tutmuştu, iyi kızdı' demelerini...

Velhasılı kelam, okuduğunuz bölüm, kendi insanlığınızın önüne geçebiliyormuş demek...

6 Nisan 2015 Pazartesi

Cennetten sürgün


Ona göre, cennetten sürgün edilişimiz, bize benlik duygusunun verilişiyle başladı... Yani ben olma duygusuna sahip olmayan her şey; hayvanlar, bitkiler, mantarlar, parazitler...bizim dışımızda olan ne varsa, hala bir cennette yaşıyor. Hiç kimsenin sıkılmadığı, dertlenmediği, üzülmediği, tasasızca yiyip içtiği dünya denilen cennette. Fakat bize "kendimiz" armağan edildiğinde, karşılığında cennetimizden kovulduk ve hala aynı yerde yaşıyor olmamıza rağmen, sıkıntının ve kederin olduğu bir dünyaya düştük...

"Evet kulağa mantıklı geliyor..." dedim. Mantıklı sayılırdı da. Ama içten içe, eğer bize benlik verilmese ve bu cennetin cennet olduğunun farkındalığına sahip olmasak, sıkılmadan dertlenmeden cennetin bir parçası olarak yaşamaya devam etmenin ne anlamı kalırdı? diye düşünüyordum.
Bunu dillendirmedim; çünkü birinin oturduğu temelleri sarsmaya teşebbüs ettiğimde dahi, o temellerin altında mahsur kalacağımı biliyorum artık.

Cennetin bu dünyaya ait olduğuna inanasım gelmiyor...Dünya cennet olamayacak kadar kötü bir yer olduğundan değil sadece. Yasak elma ne anlama geliyor olursa olsun, o elma eninde sonunda yenecekti muhtemelen...Çünkü geri dönebilmek için kovulmak zorundaydık. Eğer geri dönebileceğimiz bir yer yoksa, ya da kovulduğumuz yer zaten geri döneceğimiz yerse, yaşamanın anlamı ne?

4 Nisan 2015 Cumartesi

Unutamadığım blog yorumları


Bence blogger olmanın en iyi yanı, kendince bir şeyler karalamanın ötesinde, hiç tanımadığın ya da görmediğin insanların zihinleriyle bağlantıya geçebilmek, kısa bir süre için olsa bile aynı frekansı paylaşabilmek... Bazense farklı düşünceleri çarpıştırabilmek...Bir nevi telepati değil mi? 

Bazen blog'daki yazılara o kadar güzel yorumlar geliyor ki, yazının kendisinden daha değerli görünüyor gözüme. Bu yorumların, eskiyen yazıların içinde kaybolup gitmesine içim acıyor.
Bu yüzden de arada sırada, çok beğendiğim yorumları paylaşmaya karar verdim :) Eğer paylaştığım yorumların sahipleri, bu durumdan rahatsız olurlarsa, belirttikleri takdirde hemen kaldırabilirim. Ayrıca isimlerin üzerine tıkladığınızda, yorumu yazan kişinin bloğuna da ulaşabilirsiniz :)


***



"İnsan sevdin mi olmuyor arkadaş, eninde sonunda cehennemin oluyor o. Vuran ayakkabıyı bile sevebilirsin, çünkü yapacağı şey yapmayacağı şey bellidir, ayağını acıtır ve hepsi bu kadar. Hiçbir vuran ayakkabı arkandan iş çevirmez mesela, sana iftira atmaz, senden borç alıp arkasından koşturmaz.

Ayağımdaki hafif bir şekil bozukluğu yüzünden benim vurmayan bir ayakkabı bulmam imkansız ama bugüne kadar hiçbir ayakkabım bana "iktidar yalakası" demedi,hatta yaktığım kömür, yediğim makarna bile. Kör topal bilgisayarım ben ne yaparsam yapayım "alacağın olsun be sahip" diye içlenmedi, şekerli çayım her seferinde "patron kendini şişmanlatıyorsun ama ağzını tatlandırabildiysem ne mutlu bana" diye bir de tevazu gösteriyor..."  (Syrano)



"Unutmayı öğrenmek için çok uğraşanlardanım ben de. Hala tam anlamıyla öğrenmiş sayılmıyorum. İstemesem de en küçük detayına kadar hatırladığım birçok şey var. Yani, mucize hatırlamak değil unutmaktır belki de... Senin sahip olduğundur. Ya da diyelim ki güzel anıları yoğun olanlar için mucize hatırlamak, kötü anıları yoğun olanlar içinse mucize unutmaktır. Bahsettiğin gibi birini kaybetmiş olduğun için ileride çok üzüleceksin. Bunu seni üzmek için söylemiyorum; ama gerçekten tam anlamıyla zaman geçip daha çok şey yaşadığında ve daha çok olgunlaştığında kıymetini daha çok anlayacak ve daha çok şiddetle arayacaksın. Keşke kaybetmeseydin ya da keşke kaybetmesen. Gönlünü alsan. Özür dilesen. Ben kaybetmedim. Bu yüzden de her gün, eğer kaybetseydim ne kadar çok ne kadar önemli şeyler kaybedecek olduğumu görüyorum. Eğer tekrar doğsaydık... Tekrar doğmayacağız ki ama. En azından kendi seçimlerimizi, kendi hayatımızı sürdürmek için tekrar doğmayacağız. Tek şansımız bu." (Fidan)



"Büyüdükçe hayal kurma yeteneğimizi kaybediyoruz. Çocukken bazı konuları nasıl ele aldığımı ve ne şekilde düşündüğümü hatırlıyorum. Ne yazık ki artık, o şekilde düşünme ve yorumlama yetimi kaybettim. Pek çok yetişkin gibi... Gene de o zaman zihnimin çarklarının ne şekilde döndüğünü hatırlamak, bugün bile bana büyük keyif veriyor ve motive ediyor." 
(Tutumlu Pudriyer)





"...Onlar hayatından çıkması gerektiği için çıkıyorlar bunu unutma hayat bir döngüdür kimisi gelir kimisi gider mühim olan yerine koyulanların gidenlerden daha çok ya da en az onlar kadar sevmesidir ,anlamasıdır seni....." 
(Hayatım Kitap)

Ben büyümüyorum sanırım


Dün ilk kez bir çocukluk arkadaşımdan düğün davetiyesi aldım...Daha önce de çocukluk arkadaşlarımdan evlenenler olsa da aradaki iletişim koptuğundan, sosyal medyada resimleri görünce haberim oluyordu ancak. Ama böylesi ilk oldu. Her neyse...Garip bir his. Bahsettiğim arkadaşı kendimi bildim bileli tanırım ve evlenip başka bir yere taşınacağını söylediğinde, onun adına sevinsem de kendi adıma üzüldüğümü hissettim. Bunu ben mi uyduruyorum bilmiyorum ama tanıdığım biri evlenip gittiğinde ve bir gün geri döndüğünde, hiçbir şeyin aynı kalmadığını görüyorum. Birkaç yıl öncesine kadar, deli gibi saçmalayıp güldüğüm insan, olgunlaşmış ve hayatı daha ciddiye alan bir insana dönüşüyor. Hayatın bir parçası diyeceksiniz biliyorum ama değişim kelimesinin kendisinden bile nefret eden benim gibi biri için, hayal kırıklığı oluyor kimi zaman bu.


Çünkü ben hala bakkaldan lolipop falan alıyorum...Sık sık çocuk ağzıyla konuşuyorum. Bazen - bazen değil sık sık - sakarlıklar yapıp rezil oluyorum. Canım ağlamak isterse gülüyorum, gülmek isterse daha çok gülüyorum. 

Aynı yolda yürümeye başladığım insanlar yolun sonunda kaybolurken, bir ağacın gölgesinde uyuyakalmak gibi bir şey benimkisi. 

3 Nisan 2015 Cuma

Malefiz filmi: uyuyan güzel'in gerçek hikayesi



"Gerçek aşk öpücüğü diye bir şey yoktur" ve bunu en iyi Malefiz bilir…

Masalları oldum olası sevmişimdir ama en bilindik masallardan okumadığım tek bir masal var: uyuyan güzel. Neden okumadım bilmiyorum, çocukken bana kitabını alan olmadı herhalde. Ben de çok merak etmedim demek ki. Ama hikayesini tabii ki biliyordum. Malefiz adında kötü bir büyücü, kralın yeni doğan kızına, on altı yaşına bastığında ancak gerçek aşkı tarafından öpülürse kurtulabileceği sonsuz uykuya neden olacak bir büyü yapar.

Jolie'nin başrolünde oynadığı Malefiz adındaki disney filmi ise, bu güzel masala bambaşka bir soluk getiriyor:

masallardaki kötüler neden kötü olmayı seçmiştir?
Prenslerin öpücüğü nereye kadar işe yarar :)
masallar ne kadar gerçektir?

Bu sorulara, hem çocukların hem de büyüklerin izleyip sevebileceği kadar güzel ve anlamlı cevaplar buluyor.

Açıkçası filme beklentiye girmeden, öylesine başladım. Sanıyorum bu şekilde izlenirse, ailecek izleyebileceğiniz güzel fantastik bir film olabilir. Filmin konusuna gelecek olursam:


Malefiz, sihirli ormanı koruyan güçlü kanatlara sahip güzel bir melektir. Bir gün ormanda hırsızlık yaparken yakalanan kendi yaşlarında bir oğlan, Malefiz'in de kalbini çalar. Gel zaman git zaman, aralarındaki ilişki, Malefiz'in aşk sandığı bir ilişkiye dönüşür. Ancak ikisi de büyüdüğünde, Malefiz'in aşık olduğu adam insanlara özgü hırs ve şehvete kapılarak kral olabilmek için akıl almaz şeyler yapar. 
Ömür boyu unutamayacağı kadar büyük bir yara almış Malefiz, intikam peşine düşerek, kralın yeni doğan kızını büyüler.


Ancak zamanla kendini, büyülediği kız çocuğunu koruyup kollamaya başlarken bulduğunda, kötü olmanın sandığı kadar kolay olmadığını anlayacak ve kendi yaptığı büyünün onu mutsuz ettiğini fark edecektir.
Daha da önemlisi,

Bu dünyada büyüyü bozabilecek gerçek aşk diye bir şey var mıdır gerçekten?


(görseller alıntıdır)






28 Mart 2015 Cumartesi

Kırkına basmış bir çocuk


Adam, geçmişini eline alıp, ters çevirdi.
Kırkına basmış bir çocuktu ve yalnızdı bir erik ağacının tepesinde.
Kısmadı gözlerini,
Güneş gözüne doluyor diye.
Ya da yaprakları çekmedi,
Gitmek için başka bir yere.
Nereye bakıyorsa, oraya aitti,
Ya da çok sonraları söyleyeceği gibi,
Ait olmasa da önemli değildi.
Adam, geçmişini eline alıp, ters çevirdi.
Kırkına basmış bir çocuktu ve uzanıyordu bir ömür boylu boyunca, önünde.
Üstelik artık emindi,
Eksilecekti büyüdükçe.
Adam yaşamış,görmüş ve geçirmişti, 
yine de,
Yok olacağını bilerek, yeniden sevdi.

ZY

21 Mart 2015 Cumartesi

Çünkü çok istersen o iş olmaz




Ben bir şeyi çok istersem o iş yatar. Hayatımın değişmez birinci kuralı.
Ben bir işten ne kadar çok kaçarsam, gelir beni bulur. Bu da ikinci kuralı.

Yani dozu kaçırdığımda bir şekilde tokadını yiyorum. Alıştığımdan mı nedir, uzun zamandır çok istemekten uzak durmaya çalışıyorum. Hedefimi sorduklarında, hayırlısı diyorum...Gitmek istediğim yerleri sorduklarında, hayırlısı...Hayalimi sorduklarında, hayırlısı...

İyi mi bu yaptığım bilmiyorum. Nedense içimdeki isteği dillendirdiğimde büyüyüp, beni ele geçirmesinden korkuyorum. Böyle bir iktidar savaşı içine giriyoruz, isteklerimle. Haddini aşıp, dizginleri ele almasın diye, varlığını bile inkar etmeye başlıyorum.

Bunun yanında yaşlanmanın en güzel tarafı, isteklerinin ateşinden ve istemediklerinin şiddetli korkusundan arınmak sanırım. 

Doksan yaşına merdiven dayamış iki çift tanıyorum, evimizin yakınlarında oturan. Tansiyon, kalp, şeker, kolesterol hepsi var doğal olarak ama yemeklerini nasıl canları çekerse öyle yapıyorlar. 
Kadın, yolda kalbim tutar ölür müyüm kalır mıyım demiyor mesela...Bir hafta sonu sırf canı sıkıldı diye, okuduğu kitapta geçen bir mekana doğru tatile çıkıyor. 
Yaşama arzusu ve ölüm korkusu onlar için dengedeki bir teraziye benziyor. 
Onlara doksan yaşında benim kadar dinç olmalarının - maşallah - sırrını sormak istiyorum ama bu sorularak değil, yaşayarak öğrenilecek bir sırra benziyor. 
Bu sırra ermek için ne kadar daha vakit gerek?

Eğer yaşlanmadan önce, nasıl yaşanılacağını öğrenebilsem, bu benim ömrümdeki en büyük kazancım olurdu.

14 Mart 2015 Cumartesi

Yalan söylemekten aciz


Bir insanın kendisinden çok ellerini özlerim ben. Hastayken, yanımda olmadığı için başımı okşayamayan elleri, düştüysem düştüğüm yerden ellerimi sımsıkı tutup kaldıran elleri, sırf beni yaşatabilmek için nasır tutmuş elleri, toprağa karışmış elleri, titreyerek dikiş diken elleri, kırışık, buruş buruş ama sımsıcak elleri, hatta bazen kumanda tutmaktan yahut akıllı telefon kaydırmaktan başka bir iş yaparken göremeyeceğim elleri, sigara kokusundan nefret etsem bile iki parmağının arasında sigara tutan elleri...

Bir insanın en çok ellerinden nefret ederim. Onların ellerinin, bir vakitler bir bebeğin küçük, yumuşak, dokununca tek parmağını sımsıkı saran ellerine ait olduğuna inanmak ne kadar zor. 
Faik Baysal'ın, Drina'da Son Gün'de, tecavüzcü adamın ölü ayaklarına bakarken düşündüğü gibi. "Ne ara kirlendi bu ayaklar?"
Bu eller ne ara kirlendi?

^^

Gözler kalbin aynasıdır derler ama asıl ayna eller olmasın? 
Eller, sahibinin çalışkanlığını döker ortaya, temizliğini döker, titremeye başlarsa heyecanını döker, döker de döker. 

Yine de dürüsttürler. Yalan söylemekten acizdirler. İyiyse iyi, kötüyse kötü, kendilerini olduklarından farklı gösterme çabaları yoktur. Ellerimiz kadar içi dışı bir olabilseydik eğer...

^^

"Yaşarken milyonlarca şey yapmıştı. Elleri her zaman bir şeyler yapmakla meşgul olurdu. Ve öldüğü zaman, birden onun için ağlamadığımı, fakat yaptığı şeyler için ağladığımı fark ettim." 
 -
"Karım, karım. Zavallı Millie, zavallı Millie. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ellerini düşünüyorum. Fakat onları bir şey yaparken hatırlamıyorum. Ya yanlara bırakılmış, ya kucağında ya da bir sigara tutar durumdalar, fakat, hepsi bu kadar." (451 Fahrenheit)  



12 Mart 2015 Perşembe

Şehirli hayvanlar


Bizim küçük ve köyümsü kasabamızdaki köpekler, araba gördüklerinde, kımıldamak yerine saf saf bakmaya devam ederler. Korna çalmadan rahatlarını bozup da yolun ortasından çekilmezler. Bu yüzden şehir hayatına bodoslama daldığımda, köpeklerin de insanlarla birlikte trafikte yeşil yaya ışığını beklediklerini gördüğümde çok şaşırmıştım. Şehirli hayvanın hali de bir başka oluyordu doğrusu! Ama şehirli insanın hali pek de başka olmuyormuş...

Bunu iki gün önce okulun önünde yeşil ışığın yanmasını bir grup insan ve bir adet siyah sokak köpeğiyle beklerken, siyah köpeğin yanında duran kız, aniden şeytan dürtmüş gibi siyah köpeğe tekme attığında anladım. Ne olduğunu şaşırdı hayvan, sendeler gibi oldu ama hiç sesini çıkarmadı. Onların bir adım arkasında bekleyen bisikletli çocuk hayvana uzanıp hayvanın yere doğru eğdiği kafasını okşadı ve siyah tüylerinde kalan ayakkabı tozunu silkeledi. Işık yanana kadar hayvanı sevdi ve bende bu ikiliyi izledim. Önde istifini bozmadan duran kız, olayı fark etti mi bilmiyorum ama bence ettiyse bile umurunda olmadı. Zaten kız da benim umurumda değildi. Bisikletli çocuğu ve siyah köpeği izlerken, hayvanın bakışlarındaki mahcubiyetle karışık minnettarlığı okumak varken o kızın hayvanlarla zorunu anlamakla uğraşmak istemedim.
Ben de koyu hayvansever sayılmam dostlar, ne yalan söyleyeyim. Hatta ufak bir miktar köpek korkum da var. Uzaktan severim falan ama tutup da elimle okşamam yani. Ama bu onları sevmediğimden değil, benim kendi engellerimle alakalı. Yine de inanın o an, yani hayvanların bizden daha medeni olabildiğini anladığım o an, bir köpeğim olsun istedim. Ve ona en az bisikletli çocuk kadar iyi bakmayı...

3 Mart 2015 Salı

Madalyon ve iki yüzü


Bizim kalbimizde bir yara var, uzun zamandır biliyorum bunu. İçimizde bir yerde karanlıkta gizleniyor. Bir madalyonun iki yüzü gibi tıpkı, onun da iki yüzü var:

Bir yüzü, yalnızca bizi yücelten. Kutsallık taklidi yapan bir dalga gibi yükselen içimizde..Tek doğru yol bizim ve bizim dışımızdakiler gömülmek zorunda! Her zaman en önde biz!

Diğer yüzü ise, devamlı bizi aşağılayan. Bizi ezikleyen...Her başarısızlıkta, her tökezlemede, her düşüşte fısıldamaya, sızlanmaya başlayan. Kimsin ki sen? Bu zamana kadar neyi doğru yaptın? Boşuna çabalıyorsun...Sen mi kurtaracaksın bu dünyayı? Sadece yaşa, sadece nefes al yeter, başka bir işe yaramazsın.

Çocukluktan başlıyor daha, sonra onunla büyüyorsun, başka şansın yok çünkü. O kadar küçük yaşta, seninle birlikte büyüdüğünün farkına varman mümkün değil. 
Senin aksine, umutsuzluğundan besleniyor, yalnızlığından, güvensizliğinden, bazen senden bambaşka birinin sözlerinden, kırgınlıklarından, hayal kırıklıklarından, sevmeyişinden, sevemeyişinden ve sevilmeyişinden...
Büyüyüp, içinde yaşadığının farkına vardıktan sonra, iş işten geçmiş oluyor...Tıpkı senin gibi, bazen baş edemeyeceğin kadar büyümüş oluyor o da. Sonra bütün ömrün onunla savaşmakla geçiyor.
Hiç kan dökülmeyen bir savaş bu ve en kötüsü de senden başka kimse duymuyor.  
Bazen o esir düşüp, zindanlara atılıyor içinin karanlığında.
Bazense sen, bir anlığına belki bir ömürlüğüne, esir düşüyorsun. 

Yaşamak ve ölmek, böyle bir şey işte.