31 Aralık 2014 Çarşamba

Eskiciler pazarı


Bir gün yolun düşerse, 
Eskiciler pazarına.
Hatırlarsın hayal meyal
Yalnızlığını sakladığın o yastıkların altında,
Tükettiklerini.
Ve şansın varsa biraz da, biriktirdiklerini.
Alabildiğine ucuzdur, içtiğin sudan,
Her ne görürsen tezgahlarda.
Adımların şaşar,
Suratı asık satıcıların
Yolu düşmüş şaşkın insanların arasında.
Dönmek ne mümkün?
Dün çıkardığın çoraplar
Bilmem kaç sene önce attığın saç tokası
Mektup zamanlarında yollanan mektupların, 
Görmeyi unuttuğun pulları.
Hangi ara atmıştın onları?
Adını hatırlamadığın ilkokul öğretmenin,
Ve beynine kazımaya çalıştığı yalan yanlış kendi yargıları.
Onları çıkarıp bir kenara koyduğunun farkında bile değildin oysa.
Ninenin diktiği elbise,
Çok da beğenmemiştin ilk gördüğünde.
Ama şimdi ona bakarken gözlerin doluyor.
Yüzü tükenmez kalemle çizilmiş oyuncak bebeğin,
Kimseyle paylaşmamak adına nasıl da saklamıştın onu.
Ve işte oradaki yarım bıraktığın kitaplardan biri belki?
Görüp de bir hafta etkisinden çıkamadığın rüya da yaslanmış bir kenara.
Gözlerini kaçırıyorsun ondan,
Aranız onca yıl sonra bile limoni.
Bir vakitler içine gömüldüğün test kitapları da yığılmış köşelere.
Doğrularını sildiği halde yanlışlarını silmeyen sisteme duyduğun öfke de var orada bir yerde.
Bu yüzden değil mi?
Kolay küstüğün halde,
Affetmeyi becerememen.
Çok sevdiğin müzik kutularına bakarken unutuyorsun bu can sıkıcı düşünceyi.
Annen mi hediye etmişti?
Biraz düşünsen, hatırlayacağına eminsin.
Rahatlatıcı bir melodisi var,
Bunu o zamanlar fark etmemiştin.
İçindeki balerin hala huzurla dans ediyor.
Şaşkınlığın geçmedi ama bu pazar hoşuna gitmiyor da değil...
Görmekten korktuğun birkaç insan dışında yolunda her şey.
Arada heyecanla çarpıyor kalbin.
O mu?
Hayır değil, gözleri andırıyor hafiften.
Aslında onca yıl sonra pek mümkün değil hatırlamak.
Az önce sana çarpan onlardan biriydi belki
Arkandan uzun uzun baktı,
Ama sen fark etmedin...
Eğer aklını yitirir gibi olursan,
Çok da ciddiye almaya yaşadıklarını.
Burası devam etmeye çekindiğin,
Ama geri dönmeyi de içine sindiremediğin,
Eski bir pazar yalnızca.


Pilozof.

27 Aralık 2014 Cumartesi

Ağırlaşan sol elim ve unutunca geçenler


Sol elim, sağ elime göre daha ağır basıyordu. Bunun beynimdeki yanlış bir algıdan kaynaklandığının farkındaydım ama hangi algımızın doğruluğuna emin olabiliriz ki? Her neyse, doğru veya yanlış, sol elim, sağ elimden ağırdı. Az önce, en fazla sekiz yaşında gösteren dilenci çocuğun saçını okşamıştım sol elimle. Normalde gözlerimi kaçırıp yoluma devam ederim ama her ne olduysa "allah razı olsun" demeye başladığında başımı kaldırdım. Başka hiçbir şey söylemiyordu çocuk. Nefesinin yettiği kadar, ardı ardına bu cümleyi tekrarlıyordu. 
"Okuyor musun sen?" dedim.
"Suri." dedi.

Kafam gayriihtiyari, metroda gördüğüm Suriyeli aileye gitti. Çocuklarını önlerine oturtmuş anne baba, eski bir kilimin üstünde, yardım istiyorlardı. Daha önce başka bir şehirde, bir yakınıma karşı, suriyeli göçmenlerin uygunsuz davranışlarını gördüğüm için, onlardan birini gördüğümde başımı çevirip yürümeye devam ediyordum ama önde oturan dört beş yaşlarındaki iki kardeşin bakışlarındaki donukluk garip bir sızı verdi o gün. Yine de duraksamadım, en fazla on dakikaya kadar geçecek bu sızıyı da yanıma alıp çevirdim başımı. Önümde yürüyen kadın, kendi insanı açken onlara yardım edemeyeceğinden bahsediyordu yanındakine sert bir sesle. Haklıydı belki ama bu kadar düşmanca konuşmasına içerledim nedense. Akıp giden kalabalığa karşı kıpırdamadan duran o iki çocuktan biri olarak dünyaya gelebilme ihtimalimi düşünmek canımı sıktı. Başrollerinde o iki suriyeli çocuğun olduğu bir film sahnesinin içinde olsaydım eğer, bu filmi izleyenler hakkımda ne düşünürdü? O iki çocuğun bakışına karşı duyarsızlaşmıştım ben. İşin, "bizim insanımız" yahut "onların insanları"; "bizim dilimiz" yahut "onların dili"; "bizim ülkemiz" yahut "onların ülkesi" kısmına giremem, çünkü girecek kadar yeterli hissetmiyorum kendimi. Yardım edene de etmeyene de saygı duyarım. Kaldı ki hepsine yardım eli uzatmamız da mümkün değil. Ama metrodan çıktığımda bir çocuk, o denli donuk bakmamalı diye düşünüyordum. On dakika sonra geçip gitti bu düşünce ve o gün, o an nolduysa unuttum.

Dilenci çocuk bana "suri" diyene kadar da aklıma gelmedi. Yanımda fazla param yoktu, bozukluklardan çıkarıp verdim. Kafasını kaldırıp, yüzüme bakmadı. Kendi ülkesinde nasıl bir vaziyetteydi bilmiyorum ama diline, insanına yabancı olduğun bir ülkede bu yaşta dilenmek zorunda kalmak zor olsa gerekti.
Mahzun duruşu yine garip bir sızı verdi bana. Başını okşadım sol elimle ve yanından uzaklaştım.
Sol elim ağırlaşmıştı basbayağı. Çaresizliğini mi yüklemişti sol elime, çocukluğunun yarıda kesilişini mi yoksa büyüklere olan öfkesini mi? 
Eve gelip ellerimi yıkadım birkaç kere, geçmedi. 
Unuttum, geçti sonra.

21 Aralık 2014 Pazar

İçimden geldiği gibi olabilsem...


Sevgili Dilekçe beni mimlemiş hafta içi :) İlk defa mimlendiğim için çok mutlu oldum, kendisine çok teşekkür ederim.. Konu, burcumun özelliklerini taşıyor muyum? Mimin konusu beni biraz aşıyor sanki. Burcumun özelliklerini kulaktan dolma az çok biliyorum ne var ki burç yorumlarını araştırıp okumaktan alıkoyuyorum kendimi. Sebebi, daha önce dinlediğim bir kişisel gelişimcinin bahsettikleri ile ilgili. "Etiketleme" diye bir olaydan söz etmişti dinleyicilere. İnsanlar sizi ne olarak "etiketliyor"sa siz de bir süre sonra o etiket altında davranışlarınızı yönlendirmeye başlıyordunuz. Kişisel gelişim konularına karşı yıkamadığım bir ön yargım var fakat bu "etiketleme" olayının günlük hayatta pratik bir değeri var gibi gelmişti bana. Benzer bir durumu burçlarda da görür gibi oluyorum. Burcumun özellikleri beni "kararsız" olarak etiketlerse, bir süre sonra kararsızlığı benimsemekten korkuyorum söz gelimi. Tabii bu gerçekte kararlı bir insan olmamdan ileri gelmiyor. Almam gereken çok küçük kararlarda -nedense bu genelde küçük kararlarda oluyor- kendimi kukumav kuşu gibi düşünürken buluyorum. Kafamın içinde bin tane yol çiziyorum ve bin farklı menzile varıyorum. Fakat bu özelliğimi benimsemek hatta burcumun üzerine atıp yoluma devam etmek istemiyorum. Elimden geldiğince aşmaya çalışıyorum.
Bir de burcumu söylediğimde insanların tepkisinden usanmış olmam da sebeplerden biri olabilir :)
"Ne burcusun?"
"Balık.."
"Ayyyy..." (bu ayyyy kelimesi, burcumun ne kadar ağlak bir burç olduğuna gönderme yapıyor :D )

Halbuki, beni tanıyan insanlar bir süre sonra burcumu yansıtmadığımı, duygusal olmadığımı söylemeye başlarlar. Çünkü başka biri karşımdayken - bu insan çok yakınım olsa bile - ağlayabilmem için gerçekten ciddi anlamda canımın yanması gerek. Genellikle, ağlama isteğimi tutar tutar, yalnız kalınca ağlarım. Kendimi böyle tutmak iyi bir şey değil biliyorum ve aşmaya çalıştığımı söylesem yalan söylemiş olurum. Çünkü insanlar beni dışarıdan "duygusuz" olarak etiketleyince ben de dışarıya karşı "duygusuz" rolü yapmaya başladığımı fark ettim. Korktuğum başıma geldi kısacası. Yakınlarımdan birine bunu söyleyince bana "Çok ağlamak, o kişinin duygusal olduğunu göstermez" dedi sadece ve sustu. Bu kısa cümle bana yetti. Kafamı, dış dünyadaki algılara göre şekillendirip, değiştiremediğim için kızdım kendime. Bu değişim için yeterli enerjim olduğundan emin değilim ama çabalama isteği var içimde.

Velhasılıkelam, üzerimize etiketler bir kez yapıştırıldı mı kurtulması çok zor oluyor...
Yine de burç yorumlarını okumanın ve kendimize benzer bir taraf bulduğumuzda heyecanlanmanın belli bir albenisi olduğunu inkar edemem :)
Umarım sizi sıkmamışımdır.
Sanırım şimdi benim de mimlemem gerek.
Onyüzmilyonoje katılmak isterse bu mimi ona göndermek istiyorum.

Sevgiler, Pilozof.


18 Aralık 2014 Perşembe

Bizi birbirimize bağlayan...

Size de oluyor mu bilmiyorum..Birini kaybetmekten korktuğumda, birlikte yaşadığımız mutlu anlar değil, geçirdiğimiz zor zamanlar ve birlikte atlattığımız sıkıntılar geliyor aklıma. Bir teselli mekanizması belki bu..Böylelikle bir ayrılık düşüncesinden koruyorum kendimi. Biz neleri atlatmış insanlarız diyorum, bu günler de geçer elbet.


Ya da zorluklar, iki insan arasındaki bağın nasırları olarak kalıyor, her şey bitip gittikten sonra. Bu nasırlar, o bağı güçlendiriyor, koruyor dış dünyadan. Kimileri acılı oluyor belki. Her dokunduğunda her hatırladığında sızlıyor. Rahatsız ediyor, ah bu da burada olmasaydı diyorsun. Ama aynı acıyı o insan da hissediyor muhtemel. O da senin gibi düşünüyor. Hayatında ilk defa kafanın ve kalbinin içinde yalnız olmadığını fark ediyorsun. 

8 Aralık 2014 Pazartesi

Yaşamayı ciddiye alacaksın




Şiir okumayı gereksiz ve sıkıcı bularak geçirdiğim uzunca bir dönemi yavaş yavaş atlatıyorum sanırım. Ne zaman başladım şiirlere anlam yüklemeye, ben de tam kestiremiyorum esasen. Belki bir yerde birkaç dize gördüm, evet dedim, sanki benim için yazılmış gibi... Sonra da beni anlatan başka dize arayışlarına giriştim. Evet, böyle olmuş olmalı.
Mutlaka not ettim, bana dokunan şiirleri. Ama hiç biri koyduğum yerde, tanıdığım biri olarak kalmadı. Her okuduğumda farklı bir yerden, farklı bir sesle seslendiler kulağıma. Kafam karıştı ama önemsemedim. Onları öyle kabullendim, hatta kimi zaman hoşuma gitti bu.

"Ben atımı böyle dört nala sürüyorum ya,
Yetişmek için mi, bilmem kaçmak için mi?"

Derken neyi hayal etmişti Cemal Süreyya, bilmiyorum. Ama ben bu dizileri okuduğum her defasında başka bir yere gidiyorum. Kimi zaman kovalıyorum birilerini, kimi zamansa kaçıp saklanıyorum. Bazense, bu kadar hızlı gittiğim için kızıyorum kendime, kızarken düşüyorum, düştükçe büyüyorum.

"...gölgen yok senin, ayak izlerin yok neden mi?
acılar barınmamış ki sende
mutluluk yok, mutsuzluk yok..."

Edip Cansever, bunları yazarken beni mi azarlıyordu? Evet, alakası bile yok biliyorum. Ama şiir azarlıyor işte beni, sorguluyor, sorgulatıyor, suçluyor sonra. Küsüyorum, ama sonra tekrar barışıyorum.
Hayat da böyle değil mi? Küsersin, duymaz. Tekrar barışırsın, biraz da ihtiyacın olduğundan.



Hiç unutmam sonra, Nazım Hikmet'in şu dizelerini:

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Bu şiiri, henüz 11 yaşındayken, ilkokul öğretmenim okutmuştu bana.
Ezberlemiştim ben de, mecburiyetten. Tek kelimesine bile anlam yüklemeden, içini boşaltarak. Zaten pek de beceremem öyle şiir okumayı.
Ama yıllar önce okuduğum bu şiirin adını, nasıl olduysa hiç unutmadım.
Bana bir anlam ifade edeceği günün gelebileceği ihtimalini bilinçaltımın bir köşesi saklamış galiba.
Şimdi okulda üzerime ne zaman beyaz gömleğimi giysem, o kadavra masalarına bakmaktan gözlerim yandığı halde, deli gibi evde olmak istediğim halde, ve aslında bir gün sahip olma ihtimalimin olduğu parayı çok da önemsemediğim halde, yaşadığımı hissediyorum.
Hayatımda ilk defa, yaşamayı ciddiye aldığımı.

Pilozof.

7 Aralık 2014 Pazar

Uzun zaman sonra güzel bir dizi: Pinocchio



Çoğunlukla ders çalıştığım, çalışmadığım zamanlarda da vicdan azabı duyduğum, kimi zaman umutlu kimi zaman da karamsar geçirdiğim üç ay sonunda nihayet tatile girdim :) Tatile girer girmez de yaptığım ilk iş izleyecek kore dizisi bulmaktı ve dönüşüm Pinocchio ile oldu :) Çok da güzel oldu bence. Kelimenin tam anlamıyla bayıldım... 

Açıkçası bu yıl izlediğim kore dizilerinde aradığımı tam anlamıyla bulamamıştım. Pinokyo'dan da pek ümitli değildim ki sebebi başrol oyuncularıydı fakat kardeşimin tavsiyesi üzerine başladım. 


Park Shin Hye'nin diğer dizilerindeki oyunculuğunu çok donuk buluyorum ben. Lee Jong-Suk desen, ona da bir türlü ısınamamıştım ne hikmetse. I Hear Your Voice'i bile sırf bitsin diye zorla izlemiştim.


Pinokyo dizisinden sonra ikisine de çok büyük haksızlık ettiğimi fark ettim.

Park Shin Hye, kendini çok geliştirmiş fikrimce. Canlandırdığı karakterle çok bütünleşmiş ve baya baya izlettiriyor kendini. Lee Jong Suk'u resmen sempatik ve karizmatik bulmaya başladım :) İnanamıyorum kendime, bildiğin gıcık giderdim eskiden kendisine :)

Aralarındaki uyum da yadsınamaz bir gerçek. İlk duyduğumda "Park shin ve Lee Jong Suk mu? Yok artık! Ne alaka?" olmuştum. Hiç yakışmazlar gibi geliyordu ama çok yakışmışlar :)



Ayrıca yan karakterler de çok başarılı ve "bunları geçeyim, sadede gelelim" dedirtmiyorlar insana. Onları da paşa paşa, severek izliyorsun.

Dizinin kendini izlettirme potansiyelinin altında senaryonun sağlamlığı da yatıyor. Sıkmayan, tempoyu düşürmeyen, romantizmin dozunu iyi ayarlayan bir akışı var. Aynı bölümde hem ağlayıp hem de kahkahalarla gülebilirsiniz :) Bu özellik her yapımda bulunmuyor maalesef.

Dizinin konusundan da kısaca bahsedeyim. (devamı spoiler) Esas oğlan Choi Dal Po, küçükken trajik bir olay sonucu ailesini kaybeder. Esas kız Choi In Ha'nın dedesi tarafından evlat edinilir. Choi In Ha, çocukluk ve lise çağını kendi yaşındaki üvey amcası Choi Dal Po ile birlikte geçirir. 


Bu güzel ikili ileride rakip kanalların muhabirleri olurlar. Fakat Choi In Ha pinokyo sendromundan musdarip. Gerçekle ilgisi olmayan bu sendromun belirtisi yalan söylediğinde hıçkırıklarını durduramamak. :) Bu da Choi In Ha'nın hem iş hem de aşk hayatında eğlenceli sorunlara yol açar :) 

Choi Dal Po, kızımızdan çok uzun zaman boyunca hoşlanır fakat içinde bulunduğu aileyi çok sevdiğinden ve bu aileyi kaybetmek istemediğinden duygularını belli etmez. Ne var ki kızımız da hislerini itiraf ettiğinde, iradesi çatırdamaya başlar.


Henüz 8 bölümü yayınlandı maalesef. Devamını merakla bekliyorum...