5 Ekim 2014 Pazar

Ateşböceği Yolu (Kristin Hannah) kitabından geriye kalanlar...


İlk kez bir kitap kahramanında kendimi buldum... Daha önce de az çok böyle hissettiğim, sanki benmişim gibi dediğim çok fazla kitap karakteriyle tanıştım. Ama bu seferki daha farklı daha gerçekti. Kate Mularkey, sana sesleniyorum...Kitap boyunca hemen hemen yaptığın her hareketin, söylediğin her sözün ve hissettiğin tüm duyguların altına imzamı atarım. 624 sayfa boyunca seni başka biri değil de kendimmiş gibi okudum. Şimdi düşünüyorum da belki de sen her kadındın. 


Kitap birbirinden tamamen zıt iki kızın tanışması ve sıkı dost olmasıyla başlıyor. 
Kate, iyi ve sıcak bir aile ortamında yetişmiş, etrafındaki liseli kızların aksine masumiyetini korumayı başarmış ancak hiç arkadaşı olmadığı için mutsuz ve okuduğu okulda silik biri olarak kalmaktan sıkılmış bir kızken,
Tully ise, babası tarafından terk edilmiş, uyuşturucu bağımlısı bir anneyle yaşayan, dibine kadar havalı, girdiği her ortamda dikkat çekmeyi başarabilen popüler bir kız. 
Ancak özünde ikisi de yapayalnız.
Bu yüzden tüm zıtlıklarına rağmen, birbirlerine tutunmayı ve sonuna kadar güvenmeyi başarıyorlar.
Bir süre sonra hayatları o kadar iç içe geçiyor ki gelecek hayalleri bile ortak olup çıkıyor. Daha doğrusu o yaşlarda kendileri böyle düşünüyor. 

Zaman geçiyor, üniversite yılları akıp gidiyor ve ikisi hala birbirini kollamaya ve ortak bir geleceğe ilerlemeye devam ediyor. Ancak artık bu geleceğin hayalini kurmaya devam eden tek kişi Tully. Kate, ne istediğini bir türlü bilmiyor ve arkadaşını kırmamak için bu gelecek onun da hayaliymiş gibi davranıyor. Sıra iş bulmaya geldiğinde, Tully onu da kendisinin çalışacağı iş yerine sürüklüyor. Kate artık bu işi hayal etmediğini söyleyecekken, iş yerinin patronu Johnny'i görüyor, hayatının yön değiştirdiğinin tamamen farkında olarak, kendini işi kabul ederken buluyor.

Her daim güzel giyinen, enerjisiyle etrafı büyüleyen, çalışma hırsıyla girdiği her işte başarılı olan, büyüleyici Tully'nin gölgesinde, Johnny'e karşı umutsuz bir aşk beslemeye başlıyor. Bu sırrı kimseye açıklamaya cesareti olmadığından, Johnny'nin Tully'e hayranlığını izleyerek yaşamaya devam ediyor.

Ne var ki Tully, Kate'in aksine, kendini bir adama bağlayıp, onunla bir ömür geçirmeye hevesli biri değil. Hayattaki tek ve en büyük arzusu önemli ve başarılı bir muhabir olabilmek. Ya da kendisi o yaşlarda öyle sanıyor. Kate'in annesiyle arasında geçen şu konuşma Tully'nin aşka olan bakış açısını özetler sanırım:

Fakat, onsuz yapamayacağını hissettiği Chad onu terk ettiğinde düştüğü boşluk, inkar ettiği aşkın varlığını kanıtlıyor aslında. O ise aşktan çok terk edilme duygusuyla mahvoluyor:


Uzun lafın kısası, Johnny'le evlenen ve üç çocuk sahibi olan kişi Kate oluyor.
Kate'in, Tully'ye olan aşkını unutamamış bir adamla mutsuz bir evlilik yaşadığını düşünüyorsanız - ki ben kesinlikle öyle düşünmüştüm - yanılıyorsunuz. Tully, kırklı yaşları geçtiğinde onlara bakıp karşısında hala birbirine deli gibi aşık ve mutlu bir çift gördüğünde. kendine itiraf edemese de kıskandığını hissediyor.

Kate ise, kocasının aşkına inanmasına rağmen, yaşamının son demlerine kadar hep ikinci tercih olduğu düşüncesini kafasından atamıyor. Ona hak veriyorum aslında. Her şeye rağmen, ben de bu düşünceyi kafamdan atamamıştım. Taaa ki kitabın sonlarındaki Johnny'nin şu sözlerine kadar:

"Ben hep seni sevdim. Sadece seni, Katie. Tully uzun zaman önce tek gecelik bir şeydi. O zaman ona aşık değildim. Hiç de olmadım. Bir an için bile. Sen benim kanımsın, canımsın. Bütün dünyamsın. Bunu nasıl bilmezsin?"

Üstelik bu cümleleri, Katie'nin kanserden dolayı alınmış göğsündeki yara izlerini öptükten sonra söylüyor ve Katie de dahil eminim okuyan herkes Johnny'nin sevgisinden emin oluyor.

Hayatı boyunca hırsla çalışan ve aile kurmaktan kaçınan Tully sonunda başarı ve şöhreti yakalıyor.
 Ama kırklı yaşları geçtikten sonra çalıştığı ve kazandığı hiçbir şey ona yetmiyor. Asıl ihtiyacı olanın kendini ait hissedeceği bir aile ve sevgi olduğu gerçeğinin farkına varıyor.
En yakın arkadaşı olarak kalmaya devam eden Kate, ölümünün yaklaştığını hissederek yazmaya başladığı günlüğündeki son satırlarla, en başından beri bu gerçeği bildiğini kanıtlıyor bize.

Bu roman, sadece bu satırlar için bile okunur kanımca. Çalışıyoruz, çabalıyoruz, bir yerlere gelmek için didiniyoruz. Devamlı koştuğumuz bir yer var.  Ancak koşarken bizi sevenleri veya sevme ihtimali olanları görmezden geliyoruz bazen. Oysa her şey bittiğinde 'aklımızda bir tek bu kalacak'.
Ne kadar sevdiğimiz,
Ve ne kadar sevildiğimiz.
Neye ihtiyacımız olduğuna emin olamadan yaşıyor ve bu ihtiyacı ararken zaman kaybediyoruz.
'Ateşböceği Yolu' bu arayışa bir son vererek, ihtiyacımız olan her şeyin 'biz' olduğunu fark ettiriyor...

[Sonunda ne kadar üzüldüğümün bir önemi yok,
Bu kitabı hatırlamaya devam edeceğim. 
Ya da en azından bu yaşlarda böyle düşünüyorum.]




Pilozof


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder