31 Aralık 2014 Çarşamba

Eskiciler pazarı


Bir gün yolun düşerse, 
Eskiciler pazarına.
Hatırlarsın hayal meyal
Yalnızlığını sakladığın o yastıkların altında,
Tükettiklerini.
Ve şansın varsa biraz da, biriktirdiklerini.
Alabildiğine ucuzdur, içtiğin sudan,
Her ne görürsen tezgahlarda.
Adımların şaşar,
Suratı asık satıcıların
Yolu düşmüş şaşkın insanların arasında.
Dönmek ne mümkün?
Dün çıkardığın çoraplar
Bilmem kaç sene önce attığın saç tokası
Mektup zamanlarında yollanan mektupların, 
Görmeyi unuttuğun pulları.
Hangi ara atmıştın onları?
Adını hatırlamadığın ilkokul öğretmenin,
Ve beynine kazımaya çalıştığı yalan yanlış kendi yargıları.
Onları çıkarıp bir kenara koyduğunun farkında bile değildin oysa.
Ninenin diktiği elbise,
Çok da beğenmemiştin ilk gördüğünde.
Ama şimdi ona bakarken gözlerin doluyor.
Yüzü tükenmez kalemle çizilmiş oyuncak bebeğin,
Kimseyle paylaşmamak adına nasıl da saklamıştın onu.
Ve işte oradaki yarım bıraktığın kitaplardan biri belki?
Görüp de bir hafta etkisinden çıkamadığın rüya da yaslanmış bir kenara.
Gözlerini kaçırıyorsun ondan,
Aranız onca yıl sonra bile limoni.
Bir vakitler içine gömüldüğün test kitapları da yığılmış köşelere.
Doğrularını sildiği halde yanlışlarını silmeyen sisteme duyduğun öfke de var orada bir yerde.
Bu yüzden değil mi?
Kolay küstüğün halde,
Affetmeyi becerememen.
Çok sevdiğin müzik kutularına bakarken unutuyorsun bu can sıkıcı düşünceyi.
Annen mi hediye etmişti?
Biraz düşünsen, hatırlayacağına eminsin.
Rahatlatıcı bir melodisi var,
Bunu o zamanlar fark etmemiştin.
İçindeki balerin hala huzurla dans ediyor.
Şaşkınlığın geçmedi ama bu pazar hoşuna gitmiyor da değil...
Görmekten korktuğun birkaç insan dışında yolunda her şey.
Arada heyecanla çarpıyor kalbin.
O mu?
Hayır değil, gözleri andırıyor hafiften.
Aslında onca yıl sonra pek mümkün değil hatırlamak.
Az önce sana çarpan onlardan biriydi belki
Arkandan uzun uzun baktı,
Ama sen fark etmedin...
Eğer aklını yitirir gibi olursan,
Çok da ciddiye almaya yaşadıklarını.
Burası devam etmeye çekindiğin,
Ama geri dönmeyi de içine sindiremediğin,
Eski bir pazar yalnızca.


Pilozof.

27 Aralık 2014 Cumartesi

Ağırlaşan sol elim ve unutunca geçenler


Sol elim, sağ elime göre daha ağır basıyordu. Bunun beynimdeki yanlış bir algıdan kaynaklandığının farkındaydım ama hangi algımızın doğruluğuna emin olabiliriz ki? Her neyse, doğru veya yanlış, sol elim, sağ elimden ağırdı. Az önce, en fazla sekiz yaşında gösteren dilenci çocuğun saçını okşamıştım sol elimle. Normalde gözlerimi kaçırıp yoluma devam ederim ama her ne olduysa "allah razı olsun" demeye başladığında başımı kaldırdım. Başka hiçbir şey söylemiyordu çocuk. Nefesinin yettiği kadar, ardı ardına bu cümleyi tekrarlıyordu. 
"Okuyor musun sen?" dedim.
"Suri." dedi.

Kafam gayriihtiyari, metroda gördüğüm Suriyeli aileye gitti. Çocuklarını önlerine oturtmuş anne baba, eski bir kilimin üstünde, yardım istiyorlardı. Daha önce başka bir şehirde, bir yakınıma karşı, suriyeli göçmenlerin uygunsuz davranışlarını gördüğüm için, onlardan birini gördüğümde başımı çevirip yürümeye devam ediyordum ama önde oturan dört beş yaşlarındaki iki kardeşin bakışlarındaki donukluk garip bir sızı verdi o gün. Yine de duraksamadım, en fazla on dakikaya kadar geçecek bu sızıyı da yanıma alıp çevirdim başımı. Önümde yürüyen kadın, kendi insanı açken onlara yardım edemeyeceğinden bahsediyordu yanındakine sert bir sesle. Haklıydı belki ama bu kadar düşmanca konuşmasına içerledim nedense. Akıp giden kalabalığa karşı kıpırdamadan duran o iki çocuktan biri olarak dünyaya gelebilme ihtimalimi düşünmek canımı sıktı. Başrollerinde o iki suriyeli çocuğun olduğu bir film sahnesinin içinde olsaydım eğer, bu filmi izleyenler hakkımda ne düşünürdü? O iki çocuğun bakışına karşı duyarsızlaşmıştım ben. İşin, "bizim insanımız" yahut "onların insanları"; "bizim dilimiz" yahut "onların dili"; "bizim ülkemiz" yahut "onların ülkesi" kısmına giremem, çünkü girecek kadar yeterli hissetmiyorum kendimi. Yardım edene de etmeyene de saygı duyarım. Kaldı ki hepsine yardım eli uzatmamız da mümkün değil. Ama metrodan çıktığımda bir çocuk, o denli donuk bakmamalı diye düşünüyordum. On dakika sonra geçip gitti bu düşünce ve o gün, o an nolduysa unuttum.

Dilenci çocuk bana "suri" diyene kadar da aklıma gelmedi. Yanımda fazla param yoktu, bozukluklardan çıkarıp verdim. Kafasını kaldırıp, yüzüme bakmadı. Kendi ülkesinde nasıl bir vaziyetteydi bilmiyorum ama diline, insanına yabancı olduğun bir ülkede bu yaşta dilenmek zorunda kalmak zor olsa gerekti.
Mahzun duruşu yine garip bir sızı verdi bana. Başını okşadım sol elimle ve yanından uzaklaştım.
Sol elim ağırlaşmıştı basbayağı. Çaresizliğini mi yüklemişti sol elime, çocukluğunun yarıda kesilişini mi yoksa büyüklere olan öfkesini mi? 
Eve gelip ellerimi yıkadım birkaç kere, geçmedi. 
Unuttum, geçti sonra.

21 Aralık 2014 Pazar

İçimden geldiği gibi olabilsem...


Sevgili Dilekçe beni mimlemiş hafta içi :) İlk defa mimlendiğim için çok mutlu oldum, kendisine çok teşekkür ederim.. Konu, burcumun özelliklerini taşıyor muyum? Mimin konusu beni biraz aşıyor sanki. Burcumun özelliklerini kulaktan dolma az çok biliyorum ne var ki burç yorumlarını araştırıp okumaktan alıkoyuyorum kendimi. Sebebi, daha önce dinlediğim bir kişisel gelişimcinin bahsettikleri ile ilgili. "Etiketleme" diye bir olaydan söz etmişti dinleyicilere. İnsanlar sizi ne olarak "etiketliyor"sa siz de bir süre sonra o etiket altında davranışlarınızı yönlendirmeye başlıyordunuz. Kişisel gelişim konularına karşı yıkamadığım bir ön yargım var fakat bu "etiketleme" olayının günlük hayatta pratik bir değeri var gibi gelmişti bana. Benzer bir durumu burçlarda da görür gibi oluyorum. Burcumun özellikleri beni "kararsız" olarak etiketlerse, bir süre sonra kararsızlığı benimsemekten korkuyorum söz gelimi. Tabii bu gerçekte kararlı bir insan olmamdan ileri gelmiyor. Almam gereken çok küçük kararlarda -nedense bu genelde küçük kararlarda oluyor- kendimi kukumav kuşu gibi düşünürken buluyorum. Kafamın içinde bin tane yol çiziyorum ve bin farklı menzile varıyorum. Fakat bu özelliğimi benimsemek hatta burcumun üzerine atıp yoluma devam etmek istemiyorum. Elimden geldiğince aşmaya çalışıyorum.
Bir de burcumu söylediğimde insanların tepkisinden usanmış olmam da sebeplerden biri olabilir :)
"Ne burcusun?"
"Balık.."
"Ayyyy..." (bu ayyyy kelimesi, burcumun ne kadar ağlak bir burç olduğuna gönderme yapıyor :D )

Halbuki, beni tanıyan insanlar bir süre sonra burcumu yansıtmadığımı, duygusal olmadığımı söylemeye başlarlar. Çünkü başka biri karşımdayken - bu insan çok yakınım olsa bile - ağlayabilmem için gerçekten ciddi anlamda canımın yanması gerek. Genellikle, ağlama isteğimi tutar tutar, yalnız kalınca ağlarım. Kendimi böyle tutmak iyi bir şey değil biliyorum ve aşmaya çalıştığımı söylesem yalan söylemiş olurum. Çünkü insanlar beni dışarıdan "duygusuz" olarak etiketleyince ben de dışarıya karşı "duygusuz" rolü yapmaya başladığımı fark ettim. Korktuğum başıma geldi kısacası. Yakınlarımdan birine bunu söyleyince bana "Çok ağlamak, o kişinin duygusal olduğunu göstermez" dedi sadece ve sustu. Bu kısa cümle bana yetti. Kafamı, dış dünyadaki algılara göre şekillendirip, değiştiremediğim için kızdım kendime. Bu değişim için yeterli enerjim olduğundan emin değilim ama çabalama isteği var içimde.

Velhasılıkelam, üzerimize etiketler bir kez yapıştırıldı mı kurtulması çok zor oluyor...
Yine de burç yorumlarını okumanın ve kendimize benzer bir taraf bulduğumuzda heyecanlanmanın belli bir albenisi olduğunu inkar edemem :)
Umarım sizi sıkmamışımdır.
Sanırım şimdi benim de mimlemem gerek.
Onyüzmilyonoje katılmak isterse bu mimi ona göndermek istiyorum.

Sevgiler, Pilozof.


18 Aralık 2014 Perşembe

Bizi birbirimize bağlayan...

Size de oluyor mu bilmiyorum..Birini kaybetmekten korktuğumda, birlikte yaşadığımız mutlu anlar değil, geçirdiğimiz zor zamanlar ve birlikte atlattığımız sıkıntılar geliyor aklıma. Bir teselli mekanizması belki bu..Böylelikle bir ayrılık düşüncesinden koruyorum kendimi. Biz neleri atlatmış insanlarız diyorum, bu günler de geçer elbet.


Ya da zorluklar, iki insan arasındaki bağın nasırları olarak kalıyor, her şey bitip gittikten sonra. Bu nasırlar, o bağı güçlendiriyor, koruyor dış dünyadan. Kimileri acılı oluyor belki. Her dokunduğunda her hatırladığında sızlıyor. Rahatsız ediyor, ah bu da burada olmasaydı diyorsun. Ama aynı acıyı o insan da hissediyor muhtemel. O da senin gibi düşünüyor. Hayatında ilk defa kafanın ve kalbinin içinde yalnız olmadığını fark ediyorsun. 

8 Aralık 2014 Pazartesi

Yaşamayı ciddiye alacaksın




Şiir okumayı gereksiz ve sıkıcı bularak geçirdiğim uzunca bir dönemi yavaş yavaş atlatıyorum sanırım. Ne zaman başladım şiirlere anlam yüklemeye, ben de tam kestiremiyorum esasen. Belki bir yerde birkaç dize gördüm, evet dedim, sanki benim için yazılmış gibi... Sonra da beni anlatan başka dize arayışlarına giriştim. Evet, böyle olmuş olmalı.
Mutlaka not ettim, bana dokunan şiirleri. Ama hiç biri koyduğum yerde, tanıdığım biri olarak kalmadı. Her okuduğumda farklı bir yerden, farklı bir sesle seslendiler kulağıma. Kafam karıştı ama önemsemedim. Onları öyle kabullendim, hatta kimi zaman hoşuma gitti bu.

"Ben atımı böyle dört nala sürüyorum ya,
Yetişmek için mi, bilmem kaçmak için mi?"

Derken neyi hayal etmişti Cemal Süreyya, bilmiyorum. Ama ben bu dizileri okuduğum her defasında başka bir yere gidiyorum. Kimi zaman kovalıyorum birilerini, kimi zamansa kaçıp saklanıyorum. Bazense, bu kadar hızlı gittiğim için kızıyorum kendime, kızarken düşüyorum, düştükçe büyüyorum.

"...gölgen yok senin, ayak izlerin yok neden mi?
acılar barınmamış ki sende
mutluluk yok, mutsuzluk yok..."

Edip Cansever, bunları yazarken beni mi azarlıyordu? Evet, alakası bile yok biliyorum. Ama şiir azarlıyor işte beni, sorguluyor, sorgulatıyor, suçluyor sonra. Küsüyorum, ama sonra tekrar barışıyorum.
Hayat da böyle değil mi? Küsersin, duymaz. Tekrar barışırsın, biraz da ihtiyacın olduğundan.



Hiç unutmam sonra, Nazım Hikmet'in şu dizelerini:

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Bu şiiri, henüz 11 yaşındayken, ilkokul öğretmenim okutmuştu bana.
Ezberlemiştim ben de, mecburiyetten. Tek kelimesine bile anlam yüklemeden, içini boşaltarak. Zaten pek de beceremem öyle şiir okumayı.
Ama yıllar önce okuduğum bu şiirin adını, nasıl olduysa hiç unutmadım.
Bana bir anlam ifade edeceği günün gelebileceği ihtimalini bilinçaltımın bir köşesi saklamış galiba.
Şimdi okulda üzerime ne zaman beyaz gömleğimi giysem, o kadavra masalarına bakmaktan gözlerim yandığı halde, deli gibi evde olmak istediğim halde, ve aslında bir gün sahip olma ihtimalimin olduğu parayı çok da önemsemediğim halde, yaşadığımı hissediyorum.
Hayatımda ilk defa, yaşamayı ciddiye aldığımı.

Pilozof.

7 Aralık 2014 Pazar

Uzun zaman sonra güzel bir dizi: Pinocchio



Çoğunlukla ders çalıştığım, çalışmadığım zamanlarda da vicdan azabı duyduğum, kimi zaman umutlu kimi zaman da karamsar geçirdiğim üç ay sonunda nihayet tatile girdim :) Tatile girer girmez de yaptığım ilk iş izleyecek kore dizisi bulmaktı ve dönüşüm Pinocchio ile oldu :) Çok da güzel oldu bence. Kelimenin tam anlamıyla bayıldım... 

Açıkçası bu yıl izlediğim kore dizilerinde aradığımı tam anlamıyla bulamamıştım. Pinokyo'dan da pek ümitli değildim ki sebebi başrol oyuncularıydı fakat kardeşimin tavsiyesi üzerine başladım. 


Park Shin Hye'nin diğer dizilerindeki oyunculuğunu çok donuk buluyorum ben. Lee Jong-Suk desen, ona da bir türlü ısınamamıştım ne hikmetse. I Hear Your Voice'i bile sırf bitsin diye zorla izlemiştim.


Pinokyo dizisinden sonra ikisine de çok büyük haksızlık ettiğimi fark ettim.

Park Shin Hye, kendini çok geliştirmiş fikrimce. Canlandırdığı karakterle çok bütünleşmiş ve baya baya izlettiriyor kendini. Lee Jong Suk'u resmen sempatik ve karizmatik bulmaya başladım :) İnanamıyorum kendime, bildiğin gıcık giderdim eskiden kendisine :)

Aralarındaki uyum da yadsınamaz bir gerçek. İlk duyduğumda "Park shin ve Lee Jong Suk mu? Yok artık! Ne alaka?" olmuştum. Hiç yakışmazlar gibi geliyordu ama çok yakışmışlar :)



Ayrıca yan karakterler de çok başarılı ve "bunları geçeyim, sadede gelelim" dedirtmiyorlar insana. Onları da paşa paşa, severek izliyorsun.

Dizinin kendini izlettirme potansiyelinin altında senaryonun sağlamlığı da yatıyor. Sıkmayan, tempoyu düşürmeyen, romantizmin dozunu iyi ayarlayan bir akışı var. Aynı bölümde hem ağlayıp hem de kahkahalarla gülebilirsiniz :) Bu özellik her yapımda bulunmuyor maalesef.

Dizinin konusundan da kısaca bahsedeyim. (devamı spoiler) Esas oğlan Choi Dal Po, küçükken trajik bir olay sonucu ailesini kaybeder. Esas kız Choi In Ha'nın dedesi tarafından evlat edinilir. Choi In Ha, çocukluk ve lise çağını kendi yaşındaki üvey amcası Choi Dal Po ile birlikte geçirir. 


Bu güzel ikili ileride rakip kanalların muhabirleri olurlar. Fakat Choi In Ha pinokyo sendromundan musdarip. Gerçekle ilgisi olmayan bu sendromun belirtisi yalan söylediğinde hıçkırıklarını durduramamak. :) Bu da Choi In Ha'nın hem iş hem de aşk hayatında eğlenceli sorunlara yol açar :) 

Choi Dal Po, kızımızdan çok uzun zaman boyunca hoşlanır fakat içinde bulunduğu aileyi çok sevdiğinden ve bu aileyi kaybetmek istemediğinden duygularını belli etmez. Ne var ki kızımız da hislerini itiraf ettiğinde, iradesi çatırdamaya başlar.


Henüz 8 bölümü yayınlandı maalesef. Devamını merakla bekliyorum...


9 Kasım 2014 Pazar

Saatin ölçebileceği herhangi bir zaman parçası yok



"Annesinin elinden tutup, metronun camlarından kayan dünyayı izleyen çocuğun kayıtsızlığına sahip olmak istiyorum. Gitmek zorunda olmadığım bir yere, acele etmeden yürümek istiyorum bir gün. Deniz kenarından geçerken, durup manzaranın fotoğrafını çekmek istiyorum mesela. Karşımdaki benimle konuşurken, aklımın uzak bir köşesi yapılmayı bekleyen işlerle meşgul olmak yerine, konuşanı dinlesin istiyorum. Merdivenlerin dibinde, gözleri yerde, flüt çalan çocuğa para verip, halini hatırını soracak kadar zamanım olsun istiyorum."
Deyip duruyorum kendime. Ama bunların hepsinin koca bir bahaneden ibaret olduğunun farkındayım. Eski ben olsa, bir şeyi gerçekten istiyorsa geç kalmaktan korkmazdı çünkü. Kolundaki saate nadiren bakar, hatta kimi zaman varlığını dahi unuturdu.
Bu bahanesine sarıldığım zamanla geçinemiyorum artık.
Saatler birbirini kovalasın istesem, zaman yaşlı bir amcanın adımlarını taklit etmeye başlıyor mesela.
Çok sevdiğim biriyle birlikteyken, benimle dalga geçiyor.
Beni değiştiren kendim miyim, zaman mı emin olamıyorum sonra. 
Değişmek istemiyorum ama zamanı da suçlayamıyorum. 
Onun değil benim hatam olmasından korkuyorum.
Edip Cansever gibi zamandan hepten vazgeçecek kıvama gelmedim ama bu şiir her aklıma geldiğinde ona hak vermeden edemiyorum:
"salondaki büyük saati sattım  
saatin ölçebileceği
her hangi bir zaman parçası yok
gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
ne gereği var ki saatin."

Gittiği yeri bilmeyen böcek meselesi var bir de tabii. Gitmek istediğim yeri bildiğimi zannediyorum. En azından gitmeyi umduğum yerler var. Ama şimdi gittiğim yer neresi? Cesaretsizlikten midir artık, umduklarımı emanet edip, bir oyuğa saklanıyorum sanki. 
Bundan dört yıl öncesinde, eski bir deftere "Asıl ilaç umuttur, zaman sadece umudu taşır." yazmışım. Umudun, zamanın ellerinde güvende olacağını sanacak kadar safmışım o vakitler. 
Artık içimde bir yerlerde saklayacağım umudu. Orada güvende olur mu bilmiyorum. Sonuçta insan yaşayarak öğreniyor her şeyi. 
Dört yıl sonra "umudun içimde güvende olacağını sanacak kadar safmışım" demeyecek olmayı da umut edebilirim yalnızca.


Pilozof'tan bir parça.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Çocuksu mutluluk




Biz beş yaşlarındayken, annemin çalıştığı yerden getirdiği oyuncak bebekleri hatırlıyorum. Sevincimden başım dönmüş, ne diyeceğimi şaşırmış en sonunda gidip anlamsızca ablamın saçını çekmiştim. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen aklımıza bu olay geldiğinde ablam hala "o gün nasıl da çekmiştin saçımı, salak!" der bana gülerek. Şimdi yazı icabı ablam desem de aslında kendisine bir kez bile abla demişliğim yoktur. Aramızdaki on üç aylık süre, onlu yaşlara kadar bizi ikiz damgasından kurtaramamış, dolayısıyla da ikiz gibi davranmamıza neden olmuştu çünkü. O zamanlar benzetilmeye katlanamasam da şimdi fotoğraflara bakınca lahana kafalı, tombik, gülüşü bile aynı iki çocuk görüyorum ve bize ikiz damgası vuranlara hak veriyorum. 


Biz iki kıvırcık lahana, derme çatma tarla evinde yaşayan mutlu çocuklardık. Tamam, saftık biraz... Komşunun yeşil gözlü güzel kızı kadar açıkgöz değildik. Onunla her oyunumuzun sonunda eve dönerken gözü yaşlı olan bizler olurduk. Ertesi sabahsa yine aynı kızla oyun oynamak için mutlu mutlu koşturan yine bizlerdik. İstediği her şeye sahip olabilen, alabildiğine özendiğimiz bu kızın içindeki mutsuzluğu görmezdik belli ki. Bize baktığında sahip olmadığı kardeş için üzüldüğünün, belki de bu yüzden aslında kötü bir kız olmamasına rağmen günün sonunda bize eziyet ettiğinin farkına varamazdık. Mutsuzluk nedir bilmezdik o vakitler. Amcamın getirdiği iki çikolata, bizi dünyanın en zengin çocukları yapardı. Tarlayı sularken oluşan gölcüklerde yüzdürdüğümüz ağaç dalları dahi servetimizdi. Sokak başına geldiğinde duyduğumuz, seyyar dondurmacıların şarkıları, kalbimizi gümbürdetmeye yeterdi. Alabildiğine gülerdik sonra bir fotoğraf makinesine...Olur ya, sonradan filmi biterdi.

İki kıvırcık lahana büyüdü, değişti. Ya da belki değişti dünya.
Şimdi gönlümüzden geçen ne varsa elimizin altında.
Her saniyemiz fotoğraflarda.
Keşke bir yerlerde kaybettiğimiz çocuksu sevincimizi de bulabilseydik, google'da aratmakla.


Pilozof.

5 Ekim 2014 Pazar

Ateşböceği Yolu (Kristin Hannah) kitabından geriye kalanlar...


İlk kez bir kitap kahramanında kendimi buldum... Daha önce de az çok böyle hissettiğim, sanki benmişim gibi dediğim çok fazla kitap karakteriyle tanıştım. Ama bu seferki daha farklı daha gerçekti. Kate Mularkey, sana sesleniyorum...Kitap boyunca hemen hemen yaptığın her hareketin, söylediğin her sözün ve hissettiğin tüm duyguların altına imzamı atarım. 624 sayfa boyunca seni başka biri değil de kendimmiş gibi okudum. Şimdi düşünüyorum da belki de sen her kadındın. 


Kitap birbirinden tamamen zıt iki kızın tanışması ve sıkı dost olmasıyla başlıyor. 
Kate, iyi ve sıcak bir aile ortamında yetişmiş, etrafındaki liseli kızların aksine masumiyetini korumayı başarmış ancak hiç arkadaşı olmadığı için mutsuz ve okuduğu okulda silik biri olarak kalmaktan sıkılmış bir kızken,
Tully ise, babası tarafından terk edilmiş, uyuşturucu bağımlısı bir anneyle yaşayan, dibine kadar havalı, girdiği her ortamda dikkat çekmeyi başarabilen popüler bir kız. 
Ancak özünde ikisi de yapayalnız.
Bu yüzden tüm zıtlıklarına rağmen, birbirlerine tutunmayı ve sonuna kadar güvenmeyi başarıyorlar.
Bir süre sonra hayatları o kadar iç içe geçiyor ki gelecek hayalleri bile ortak olup çıkıyor. Daha doğrusu o yaşlarda kendileri böyle düşünüyor. 

Zaman geçiyor, üniversite yılları akıp gidiyor ve ikisi hala birbirini kollamaya ve ortak bir geleceğe ilerlemeye devam ediyor. Ancak artık bu geleceğin hayalini kurmaya devam eden tek kişi Tully. Kate, ne istediğini bir türlü bilmiyor ve arkadaşını kırmamak için bu gelecek onun da hayaliymiş gibi davranıyor. Sıra iş bulmaya geldiğinde, Tully onu da kendisinin çalışacağı iş yerine sürüklüyor. Kate artık bu işi hayal etmediğini söyleyecekken, iş yerinin patronu Johnny'i görüyor, hayatının yön değiştirdiğinin tamamen farkında olarak, kendini işi kabul ederken buluyor.

Her daim güzel giyinen, enerjisiyle etrafı büyüleyen, çalışma hırsıyla girdiği her işte başarılı olan, büyüleyici Tully'nin gölgesinde, Johnny'e karşı umutsuz bir aşk beslemeye başlıyor. Bu sırrı kimseye açıklamaya cesareti olmadığından, Johnny'nin Tully'e hayranlığını izleyerek yaşamaya devam ediyor.

Ne var ki Tully, Kate'in aksine, kendini bir adama bağlayıp, onunla bir ömür geçirmeye hevesli biri değil. Hayattaki tek ve en büyük arzusu önemli ve başarılı bir muhabir olabilmek. Ya da kendisi o yaşlarda öyle sanıyor. Kate'in annesiyle arasında geçen şu konuşma Tully'nin aşka olan bakış açısını özetler sanırım:

Fakat, onsuz yapamayacağını hissettiği Chad onu terk ettiğinde düştüğü boşluk, inkar ettiği aşkın varlığını kanıtlıyor aslında. O ise aşktan çok terk edilme duygusuyla mahvoluyor:


Uzun lafın kısası, Johnny'le evlenen ve üç çocuk sahibi olan kişi Kate oluyor.
Kate'in, Tully'ye olan aşkını unutamamış bir adamla mutsuz bir evlilik yaşadığını düşünüyorsanız - ki ben kesinlikle öyle düşünmüştüm - yanılıyorsunuz. Tully, kırklı yaşları geçtiğinde onlara bakıp karşısında hala birbirine deli gibi aşık ve mutlu bir çift gördüğünde. kendine itiraf edemese de kıskandığını hissediyor.

Kate ise, kocasının aşkına inanmasına rağmen, yaşamının son demlerine kadar hep ikinci tercih olduğu düşüncesini kafasından atamıyor. Ona hak veriyorum aslında. Her şeye rağmen, ben de bu düşünceyi kafamdan atamamıştım. Taaa ki kitabın sonlarındaki Johnny'nin şu sözlerine kadar:

"Ben hep seni sevdim. Sadece seni, Katie. Tully uzun zaman önce tek gecelik bir şeydi. O zaman ona aşık değildim. Hiç de olmadım. Bir an için bile. Sen benim kanımsın, canımsın. Bütün dünyamsın. Bunu nasıl bilmezsin?"

Üstelik bu cümleleri, Katie'nin kanserden dolayı alınmış göğsündeki yara izlerini öptükten sonra söylüyor ve Katie de dahil eminim okuyan herkes Johnny'nin sevgisinden emin oluyor.

Hayatı boyunca hırsla çalışan ve aile kurmaktan kaçınan Tully sonunda başarı ve şöhreti yakalıyor.
 Ama kırklı yaşları geçtikten sonra çalıştığı ve kazandığı hiçbir şey ona yetmiyor. Asıl ihtiyacı olanın kendini ait hissedeceği bir aile ve sevgi olduğu gerçeğinin farkına varıyor.
En yakın arkadaşı olarak kalmaya devam eden Kate, ölümünün yaklaştığını hissederek yazmaya başladığı günlüğündeki son satırlarla, en başından beri bu gerçeği bildiğini kanıtlıyor bize.

Bu roman, sadece bu satırlar için bile okunur kanımca. Çalışıyoruz, çabalıyoruz, bir yerlere gelmek için didiniyoruz. Devamlı koştuğumuz bir yer var.  Ancak koşarken bizi sevenleri veya sevme ihtimali olanları görmezden geliyoruz bazen. Oysa her şey bittiğinde 'aklımızda bir tek bu kalacak'.
Ne kadar sevdiğimiz,
Ve ne kadar sevildiğimiz.
Neye ihtiyacımız olduğuna emin olamadan yaşıyor ve bu ihtiyacı ararken zaman kaybediyoruz.
'Ateşböceği Yolu' bu arayışa bir son vererek, ihtiyacımız olan her şeyin 'biz' olduğunu fark ettiriyor...

[Sonunda ne kadar üzüldüğümün bir önemi yok,
Bu kitabı hatırlamaya devam edeceğim. 
Ya da en azından bu yaşlarda böyle düşünüyorum.]




Pilozof


15 Eylül 2014 Pazartesi

Kendi denizimin kıyısına vuranlar


Bu hayatta, içimi burkan her detay, hayatımın sadece ufak bir kısmından gelip geçmiş insanlardan miras kalmıştır nedense. Çoğu yaşamımın geri kalanında belki hiç görmeyeceğim, görsem bile tanımadan yanından geçip gideceğim insanlardır bunlar. Otobüste yanımda oturan adam, annesinin kucağından sarkan küçük bir kız, merdivenlerden çıkarken gözlerimin takıldığı dilenci çocuk ya da aynı sınıfta okuduğum halde benden fersahlarca uzak biri. Başka bir deyişle kendi denizimin kıyısına vuranlar.Üzerinden yıllar geçmesine rağmen unutamadığım bir detay - belki detaydan daha fazlası - aklıma her geldiğinde bende yeniden kıyıya dönme isteği uyandırıyor.

Hani dersleri berbat, okula kırışık ve kirli bir önlükte istemeye istemeye gelen, çantasında kırık bir kalemden daha fazlası olmayan, hocalardan sık sık azar işiten haylaz erkek çocukları vardır. Hayatınızın herhangi bir döneminde onlardan biriyle karşılaştınız mı bilmiyorum ama ben bir tanesiyle aynı sınıftaydım. Selamlaşmak da dahil olmak üzere iletişim kurmazdık hiç. Amcamların evinin yukarısındaki lüks bir villada çalışırdı bu çocuk okuldan sonra. Bahçedeki çöpleri, yaprakları toplar, oynadığımız parkın yanındaki çöpe atardı. Biz o vakitler, akşam olunca parklardan sürüklenerek çıkartılan, bisikletten düşe düşe dizleri yara bere içinde kalmış, çamurdan pasta yapmaya çalışırken elini yüzünü çamura bulayan çocuklardık. Biz oyun oynar, o çalışırken gözlerimiz buluşurdu bu çocukla zaman zaman. Ama ne o ne de ben birbirimizi tanıdığımıza dair bir işaret vermezdik. 

Sonrasında hangi akla hizmet bilmem - çocukluk işte - okuldaki arkadaşlardan birine anlattım bunları. Okuldan sonra çalışıyor, villanın çöplerini topluyor dedim. Anlattığım kız, sınıfın en havalı kızlarından fakat özünde iyi ve benim de en yakın arkadaşım. Bilmediğimse sinirlendiğinde fevri davranan ve ne dediğini bilmeyen bu kız, villada çalışan çocuğun ilk aşkından başkası değil.
Bir müddet sonra, arkadaşım, tesadüf eseri bu çocuğun kendisine aşık olduğunu öğrenecek ve ona göre yüz kızartıcı olan işini tüm sınıfın önünde yüzüne vuracaktır.

Kıza, benim anlattığıma dair hiçbir kanıt yoktur ortada ancak içten içe kızarır, bozarır, utanırım...Hiç sesimi çıkarmam...
Günler geçer, görünmez ortalarda çocuk. Bir akşamüstü parktan ayrılırken birden karşıma dikilir.
-neden söyledin?
Bocalarım hafiften.
+neyi?
Şöyle bir yüzünü sallandırır çocuk, gözleri hüzünlü.
-boşver, der hafifçe. Arkasını döner, yürümeye başlar.
Mıhlanıp kalırım yerimde ve denizim kabarır, dalgalanır. Bilerek ve isteyerek, uzaklaşan çocuğun kıyıya sürüklenmesine izin veririm.


Yıllar geçer, kıyı artık görünmeyecek kadar uzaktır. Bense o "neden söyledin?" sorusuna veremediğim cevabı hala düşünürüm. Bu bana göre küçücük olay, o çocuğun içinde nasıl bir yara açtı? Yeniden sevmeye cesaret edebildi mi?
Bilemem...Ve içimi burkan da budur aslen.

Pilozof'tan bir parça.

24 Ağustos 2014 Pazar

Fısıltı - Hush Hush Serisi 1. Kitap (Becca Fitzpatrick)


İlk kez bir e-kitabı baştan sona dek okumayı başardımmm..!
Kitapları internetten okumamak konusunda anlamsız bir inadım vardı. Kitap okumanın tadını vermediğini düşünüyordum. Aslında hala da öyle... Bir kere okuduğumu hissedebilmem için o sayfaların kokusunu almam gerek benim. 
Fısıltı adlı kitabı neredeyse çıktığından beri kitapçılarda görüyor fakat kapağı itici geldiği için incelemeye bile gerek duymadan yanından geçip gidiyordum. İki gün önce arkadaşım tavsiye edince internetten araştırmaya karar verdim ve e-kitabını buldum. Nasılmış diye birkaç sayfa okuyayım derken aniden kitabın sonunda buldum kendimi. Ayılıp bayılmasam da akıcı olduğunu ve kitabın kendini okutturduğunu kabul etmeliyim.

En başta pek bi klişe ilerliyordu bana kalırsa...
Kendine özgü güzelliği olsa da pek gösterişli olmayan, sıradan, her şeyden habersiz bir kız.
Lise ikinci sınıf, biyoloji dersi.
Ansızın ortaya çıkan ve insanda güven hissi oluşturmayan, gizemli bir biyoloji partneri.
Buraya kadar bir ara popülaritesi tavan yapmış Alacakaranlık serisiyle hemen hemen aynı gidiyor.
Fakat gizemli oğlan bir vampir değil,
Düşmüş bir melek.
Kızı yemek gibi bir düşüncesi de yok,
Sadece öldürmek istiyor.
Her zamanki gibi hazırlıksız yakalayan aşk, bu öldürme arzusuyla yarışmaya başlıyor.
Aşk baskın bir duygu olsa da öldürme arzusu da hafife alınır gibi değil.
Çünkü düşmüş meleğin tek ve en büyük hayali bir insan olabilmek. Hayalinin gerçekleşmesi için kızı öldürmesi gerekiyor.
Buradan da çıkarabileceğimiz üzere, baş karakter Nora, alacakaranlık serisindeki Bella'dan farklı olarak yapay bir gerilim oluşturan olaylardan çok daha fazlasını yaşıyor.
Düşünüyorum da Nora'nın yaşadıklarını ben yaşasam akıl sağlığımı korumam pek mümkün olmazdı hatta bana kalırsa çoğu genç kız için aynısı geçerli. Zaten Nora da devamlı gittiği psikologlarla ayakta kalıyor.

Buraya kadar kitabın karanlık yönünden bahsetsem de aslında çok güldüğüm eğlendiğim kısımlar da vardı. Özellikle düşmüş melek Patch ve Nora'nın arasındaki diyaloglar güzel hazırlanmıştı. Patch'in rahat ve havalı tavrı gerçekten hoşuma gitti.
Gerçekten yaydığı kötücül hisse rağmen reddedilmesi imkansız biri, Nora'ya hak veriyorum :) Tuttum seni Patch :)

Nora'nın en yakın arkadaşı Vee de kitaba hoş bir renk katmış.

Kitapta ortaya çıktığından beri, bütün olayların başının altından çıktığını zannettiğim Elliot'dan özür mahiyetinde, ondan da bir kuple ekliyorum :) 
'Yemin ederim, henüz tuvalete tek başına gidebilen bir kız tanımadım' :)

Not:İkinci kitabı da buldum e-kitap olarak, çok mutluyum :)


İyi okumalar dilerim, 
Pilozof.



19 Ağustos 2014 Salı

Zümrüt Yeşil - Aşk Tüm Zamanların İçinden Geçer




"Aşk Tüm Zamanların İçinden Geçer" serisinin ilk kitabı Yakut Kırmızı'dan burada ve ikinci kitabı Safir Mavi'den de burada söz etmiştim. Üçüncü ve son kitabı da okumamla birlikte yazarın altın vuruşunu bu kitaba sakladığından şüphem kalmadı :) Gerçekten a'dan z'ye her şeyi açıklığa kavuşturarak, kafamızda soru işareti bırakmadı ve bunu yaparken hem eğlendirip hem hüzünlendirmeyi başardı. Hüzünlenmek diyorum çünkü hevesle okuduğum bir seri daha zaman tünelinde gerilerde kaldı. :(

[Yine giydirdim, süsledim püsledim... :) ]

Tünel demişken, kitabı okurken bu zaman yolculuğu olaylarını kafamda oturtmaya ve aynı zamanda yeni bilgileri sindirmeye çalışmak, kitabın sevdiğim karakterlerinden Paul'un tarif ettiği duyguyu yaşamama neden oldu :) Cümleyi okur okumaz anladım ki kafasında tünel açılan tek kişi ben değilmişim neyse ki... 

Adettendir, son kitabın konusundan biraz bahsedeyim önce. Henüz okumayanlar ve spoiler yemek istemeyenler burayı es geçebilirler. İkinci kitabın sonunda Gwen, Gideon'ın aşkının bir oyundan ibaret olduğunu öğrenmişti. 'Aşık bir kızı kontrol etmek kolaydır' mesajını, kontun iğneleyici sözlerinin arasından net olarak almış bulunan Gwen, Gideon'a bunu doğrulatınca resmen yıkılmıştı. Dolayısıyla üçüncü kitap aşk acısıyla başlıyor. Gwen'in bu acıyı dindirmek için en iyi arkadaşı Leslie'yle saatlerce konuşmak dışında yapabileceği hiçbir şey yok...Çünkü seri boyunca ideal arkadaş çizgisinden bir an bile ayrılmayan Leslie dışında onu kimse teselli edemiyor. Bu kız tesellinin kitabını yazabilir...'Aşk böbreklerden geçer, mideye vurur, kalbi kırar, göğsü sıkıştırır ve aklı bozar...Kısacası çoklu organ yetmezliği...' Bu kısma bayıldım :)

Kızımız, her şeye rağmen Gideon'ı affetmeye hazır. Tamam, her şey başta bir oyundan ibaret olabilir fakat zamanla gerçekten de kendisine aşık olmuş olabilir. Sonuçta romantik filmlerde de hep öyle olmaz mı? Fakat Gideon bir sonraki karşılaşmalarında Gwen'e "Dost kalalım" dediğinde bu hipotez de çürür gider ve Gwen çökmeye devam eder.

Gideon'ın, Gwen'i deli gibi sevmesine rağmen "dost kalalım" demesinin altında oldukça asil bir neden yatıyordur. Bu nedeni, Gwen gibi sonradan öğreniyoruz ve "Ahh, kıyamam yaa, canııım, seviyormuş baak.." gibi cümleler sarf ederek hep birlikte yelkenleri suya indiriyoruz. 

Bu arada kaçırılan kronograf gizemi devam ediyor ve Paul'un geçmişte verdiği belgelerden kontun iyi bir adam olmadığını nihayet anlayan Gideon artık locanın kurallarına uymayı bırakarak Gwen ile birlikte kaçırılan kronografla geçmişe yolculuk yapmaya başlıyor. Kaçırılan kronografın bu ikilinin eline nasıl geçtiğini merak ediyorsanız kitabı okumanız gerekecek çünkü uzun hikaye.. :) 
Şimdi yaşadığım şoklara geçiyorum. İlki karganın büyüsünü öğrenmemle gerçekleşti. İlk iki kitap boyunca, büyüyü duyduğum ilk zamandan beri "Amaan, bariz değil mi, hayaletleri görüyor işte, odur başka ne olacak.." diyerek geçiştirdiğim büyü meğer bambaşkaymış...
İkinci olarak kont meselesi geliyor."Mantık hataları var, kont olacakları geçmişin tozlu sayfalarında oturup nasıl bilebilir, nasıl bunlara göre plan yapabilir?" diyordum, meğer işin iç yüzü bambaşkaymış. Kontun aslında kim olduğunu öğrendiğinizde eminim siz de çok şaşıracaksınız.

Kısacası yazar öyle bir kurgu oluşturmuş ki, hayran olmamak elde değil...

Son olarak, kitabın bölüm başı anekdotlarından Shakespeare'ın sözüyle yazımı bitiriyorum. Zira serinin son kitabı aşk ve zamanla ilgili olduğu kadar ölümle de ilgiliydi.


Hepinize iyi okumalar dilerim. 


Sevgilerle, Pilozof.


12 Ağustos 2014 Salı

Safir Mavi - Aşk tüm zamanların içinden geçer...


"Aşk Tüm Zamanların İçinden Geçer" serisinin ilk kitabından burada bahsetmiştim. Nihayet ikinci kitap Safir Mavi'yi (orjinal adıyla Saphirblau) de bitirdim. Serinin bu kitabının da beklentilerimi karşıladığını belirtmek isterim, akıcı anlatımıyla bir günde severek okudum.

[Kitabımın pozu :) ]

Geçmişe yaptığı yolculuklara bile alışmakta zorlanan Gwendolyn, bu kez tüyler ürpertici kontun isteğiyle, 18. yılda bir baloya katılmak zorunda kalıyor. Aslında adı akşam toplantısı fakat bir toplantıdan çok balo şeklinde işliyor. Kontun beklentilerini karşılayabilmesi için; dans edişi, gülümseyişi, duruşu hatta yelpaze açışı bile bu yüzyıla uygun olmalı. Tüm bunları başarabilmesi için, gittikçe can sıkıcı hale gelmeye başlayan kuzeni Charlotte'dan yardım alması da işleri pek kolaylaştırmıyor. 

Tüm bunların yanında, elapse olduğu bodrum katında herkesten gizli, büyükbabasının gençliğiyle geçmişte buluşup, Lucy ve Paul'un kronografı neden çaldığını çözmeye çalışıyor.

(Almanların uyarladığı filmden bir kronograf fotoğrafı)

İlk kitabın sonunda Gideon ile yakınlaşması bu kitapta da kaldığı yerden devam ediyor. Fakat ilişkileri inişli çıkışlı bir hal alıyor. İkisinin de birbirine karşı güvenlerini sınayacak olaylar meydana geliyor ve kitabın sonunda ortaya çıkan bir gerçek, bu ilişkiyi kopma noktasına getiriyor. 

Safir Mavi, ikinci kitap olduğundan, ilk kitapta aklımıza takılan sorulan en azından bir kısmının cevaplanacağını ummuştum ne var ki ortalık daha da karıştı. Yazarımız Kerstin, geriye kalan tek kitapla, etrafı toparlamakta başarılı olabilir umarım.

Son not olarak, yazarın ilk kitapta olduğu gibi ikinci kitapta da yazmayı sürdürdüğü bölüm başı anekdotlarından hoşuma giden iki tanesini ekliyorum.



Kitabı okumayı bırakıp, bu söz üzerine uzun bir süre düşündüm. İlk okuduğumda Hawking, zaman yolculuğuna imkan vermiyor gibi algılasam da dikkatle baktığımda zaman yolculuğunun mümkünlüğünü savunduğunu fark ettim.Zaten sırf bu konu üzerine oldukça uzun bir makalesi var,  merak edenler buradan okuyabilir.


Bu söz de seriye cuk oturmuş :)

3. kitap Zümrüt Yeşil'in tanıtımında görüşmek dileğiyle...

Sevgiler,

Pilozof


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Yeni Dünya - Bir Eve Romanı (Anna Carey)

EVE ROMANI
Eve üçlemesinin ilk kitabını çok beğenerek okudum ancak google amca'ya baktığımda eve serisiyle ilgili yazılmış yazıların çok az olduğunu görmek beni şaşırttı doğrusu. Kitap henüz yeni olduğundan olsa gerek...

Distopya türündeki serinin ilk kitabı, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu silen salgından 16 yıl sonrasında Eve isimli bir kızın aşk ve yaşam mücadelesini anlatıyor diyebiliriz. Eve'nin annesinden kalan mektup o salgını şöyle tarif ediyor;


Annesinin ölümünden sonra her yetim gibi karantina altındaki bir kızlar okuluna yerleştirilen Eve, mezuniyet gecesinde korkunç bir gerçekle karşı karşıya kalıyor. Öğretmenleri tarafından yeni kralın kurduğu şehirde güzel bir yaşam vaat edilse de bir şekilde, mezunların yataklara bağlanarak devamlı doğurmaya mecbur bırakıldıklarını öğreniyor. Arkadaşları ve kendisi aslında sadece yeni kurulan düzenin nüfusunu oluşturmak üzere kullanılan "damızlık"lardır. Bu korkunç kaderden kaçmak isteyen Eve, daha önce okulun dışına hiç çıkmadığı halde kendini asiler, vahşiler ve en kötüsü kralın zalim askerleriyle dolu dış dünyada bulur. İstemeden de olsa asilerden birine aşık olacak ve onunla yer altındaki kamplarda acı ve umut dolu günler geçirecektir.

Bu vahşi dünyada, okulda öğretilenlerin hepsinin yalan olduğunu öğrendikçe hayal kırıklığına uğrayacak,

Duygusuzluğa sürüklenen insanlarla tanışacak,

Yeri geldiğinde bu insanlara sevginin ne demek olduğunu anlatacak,

Hayatla ilgili müthiş tespitlerde bulunacak,


Ve ne yazık ki ilk kitabın sonunda yaşamı ve aşkı arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır.


Serinin diğer iki kitabı "once" ve "rise" henüz çevrilmedi. Çevrilmelerini dört gözle bekliyorum.Akıcı anlatımıyla bir çırpıda bitirdiğim ve çok sevdiğim bu kitabı umarım siz de okur ve seversiniz.

Sevgilerle,
Pilozof